zaman ve fırsat.. kronos ve kairos
Antik çağdan demografisi bozulmuş bir kent örneği.. phasalis
Bugün güzelliği, denizi ve doğasıyla göz dolduran kentin döneminde kötü bir ticari üne sahip olduğu, aç gözlü, fırsatçı, düzenbaz, onursuz, dolandırıcı, alçak ve vicdansız insanların yaşadığı bir kent olarak anılıp kötü bir üne sahip olduğu kimin aklına gelir ki?
Kasalarını parayla doldurabilmek için 100 drahmi veren herkesi vatandaşlığa kabul eden Phasalisliler, etrafta ne kadar istenmeyen ve başka kentlerde barındırılmayan hırsız, uğursuz, kaçak ahlaksız insan varsa kentin vatandaşı olmalarının yolunu açmışlar. Bozulan demografik yapıyla birlikte başlayan ahlaki çöküşle, böyle bir ün salmaları kaçınılmaz olmuş haliyle.
Bir ülkenin ahlaki ve siyasi çöküşünü hızlandırmanın en etkili yollarından biri, kontrolsüzce demografik yapısını bozmak değil midir zaten?
ŞEREFE
İNSAN ÜZERİNE
Ölçü
haylaz evlat
Şairin Başöğretmen isimli mimosunda, Metrotime adlı bir anne haylaz oğlu Kottalos'u başöğretmene şikayet etmekte.
Talihsiz anne kumarbaz ve tembel oğlundan şöyle yakınıyor;
kahkaha tanrısı gelos ya da namı diğer risus ve gülme olgusu
Mitolojide kahkaha tanrısı olan Gelos, Roma mitolojisine ve Latinceye Risus olarak geçmiş. Diğer tanrılara göre kısmen daha az bilinen Gelos daha çok şarap ve eğlencenin tanrısı Dionysos'la birlikte anılır. Sonuçta Dionysos'un olduğu yerde neşe ve eğlence, eğlencenin olduğu yerde de kahkaha yani Gelos'un olmasından daha doğal bir şey olamaz.
Olymposlu diğer tanrılarla esprili sözler ve kelime oyunlarıyla diyalog kuran Gelos, her zaman yüzünde hafif bir gülümsemeyle dolaşır. Apuleius'un (M.Ö 170) Altın Eşek isimli romanında anlattıklarından Gelos adına yılda bir festival yapıldığı, bu festivalde kahkaha tanrısını onurlandırmak için zekaya dayalı bazı şakalar ve oyunlar oynandığı bilinmekte. Altın Eşek kitabında yapılan şakaların günümüzde 1 Nisan'da yapılan eşek şakalarıyla benzer olması festivalin içeriğini daha kolay anlamamızı sağlayabilir. Sanırım bir tarafımız kahkahaya ve gülmeye olan ihtiyacımızı yılda bir de olsa hatırlatmaya ve Gelos'u bir şekilde yaşatmaya devam ediyor.
aşık kemiğiyle kehanet
Antik çağda özellikle koyun, keçi gibi küçük baş hayvanların aşık kemikleri oyun zarı ya da kehanet için kullanılmışlar. Latince ''talus'' olarak adlandırılan bu kemikler Romalılar tarafından gündelik yaşantıda zar oyunlarında kullanılmaya başlayınca yeni bir anlam kazanarak oyun zarı ''tali'' olarak adlandırılmışlar.
Historia Animalium (Hayvanlar Tarihi) adlı eserinde aşık kemiklerini bilimsel olarak açıklayan Aristotales kemiğin dört yüzünü sınıflandırmış. Oyunlarda aşık kemiğinin yine aynı adlarla kullanıldığı, sadece kemiğin dört yüzünün belli sayısal değerlere karşılık geldiği anlaşılmakta. Buna göre kemiğin ''planus'' olarak adlandırılan kavisli tarafı 1 rakamına, ''supinus'' olarak adlandırılan iç bükey tarafı 3 rakamına, ''pronus'' olarak adlandırılan dış bükey tarafı 4 rakamına, ''tortuosus' olarak adlandırılan sarmal ve yassı tarafı ise 6 rakamına karşılık gelmekte.
göl
umay ana... çocukların koruyucusu may ana'ya
Türk mitolojisinde Umay; ana tanrıça, iyilik tanrıçası ve hayat tanrıçası olarak kabul edilir. Adı Orhun Yazıtlarında da geçen Umay gümüş uzun saçlı, başında üç boynuzlu taç olan ay şeklinde tasvir edilmiş. Türk boylarında Umay, May, Od Ana gibi isimlerle anılan Umay Ana bebeklerin ve çocukların da koruyucusu.
Şamanlar Umay Ana'ya seslenirken ya da çağırırken May Ana ya da Od Ana olarak seslenirler.
Altaylar'daki Türklerden Teleutlar'da (Televütler) May Ana'nın iki kayın ağacıyla birlikte ay ışığı şeklinde yere indiğine inanılır.
sisifos cezası ne anlatıyor
Kral Sisyphos'un efsanesi mitolojide düşünür ve yazarları en fazla meşgul eden efsanelerden biridir belki de...
Korinth kralı Sisyphos
(Sisifos) iki şekilde ünlüdür mitolojide; yaşarken akıllara durgunluk verecek
zekasıyla yaptığı kurnazlık ve hilebazlığıyla, ölümden sonra ise çektiği
cezayla.
Sisyphos'un
yaşamındaki hile ve kurnazlıklardan hem ölümlü insanlar, hem de ölümsüz
tanrılar alır payını. Yaşamında Thanatos'u (Ölüm) sıkıştırıp kıskıvrak
yakalayıp zincire vuran, öldükten sonra yer altı tanrısı Hades'i bile kandırıp
yer yüzüne dönen hilebazların piridir kurnaz kral.
Tanrılar tarafından yakalanıp tekrar Tantaros'a (Cehennem) gönderilir ve tekrar kaçmaması için de sonsuz bir ceza verilir kendisine. Ceza Homeros'un dizeleriyle ulaşır günümüze;
şair martial ve epigramları
Epigramlar (Nükteler) isimli kitabıyla ünlenen Martial, yazdığı tanıdıklarının skandallarını ve şehir hayatını hicvetdiği esprili kısa şiirleriyle modern epigramın yaratıcısı olarak kabul edilmekte. En güzel epigramlarını Roma'da şehir hayatını yaşarken yazan şair; ilerleyen zamanda İspanya'daki köyüne dönünce eserlerindeki eski verimi ve güzelliği yakalayamamış.
Belli ki her çağda kent yaşamı en fazla deformasyonun yaşandığı ve hiciv alanında en iyi malzemenin üretilebildiği yer .
ARAYIŞ
kader tanrıçaları moiralar ve kirman
Moira'lar, insanlar anne karnına düştüğü andan itibaren onların hayat ipliğini eğirmeye başlarlar.
Klatho'nun örekesine (eğirilecek ipin sarılı olduğu çatal uçlu düzenek) sarılı, Lakhesis'in asasıyla ölçülen hayat ipi, zamanı geldiğinde Atrapos tarafından kesilir.
Tanrılar ve insanların boyun eğmek zorunda oldukları kader tanrıçalarına Zeus bile karışamaz. Zeus kader tartısına vurunca insanların yaşamını, yaşam ipliği kesilecek olanın kefesi ağır basar ve Zeus da dahil hiç bir tanrı değiştiremez kaderi.
TAŞ
Nasıl da olmuştun
toprakla sarmaş dolaş?
Gören kök saldın sanırdı;...
yerinden oynayacağına
söyle kim inanırdı?
Öylesine gömülmüş;
yer etmiştin ki yamaçta,
bir işaret mili gibiydin
meydan okuyan doğaya.
Anlaşıldı seni orada tutan
ne gücün ne de ağırlığındı...
Toprak hafifçe kımıldadı
kum parçası gibi seni
yokuş aşağı savurdu.
Doğa öyle yanıltıcı ki
bilinmez güç hangi serde,
hangi maddenin elinde.
Sanılır ki giden gitti
yeri doldurulur mu?
Ardında kalan boşluk
kurda kuşa yurt olurdu.
Lakin doğanın kanunu bu
yerini yuvarlanıp gelen,
daha büyük bir kaya doldurdu.
Sarılmak gerek hayata sımsıkı
dünyada varlığımız
henüz bir yer tutarken;
boş kalmayacak yerlerimiz;
bugün varız,
şayet yarın gidersek...
İŞ'AR
fuşya renkli çiçeğim!
Dallarını beyaz inci,...
mor iplikle süsleyeceğim.
İnce dallı mor çiçekli lavantam;
dallarını sakla bana,
güzelliğinle besleneceğim.
Mavi deniz sakın ola
gökyüzüyle karışma!
Gün doğumu aranıza uzanıp,
sen göklerle güneşi
damla damla içerken;
ben içtiğin mavilerde
yüzeceğim
ASİ
neyi diye sordu kalem.
Silinecek ne varsa
dedi silgi.
Madem silinecek
niye yazayım ki
dedi kalem.
Çünkü senin işin bu
dedi silgi
ve güldü kalem.
Bak bana dedi;
başı göklere değen,
dalları eğilmeyen
asi bir ağaçtı hammaddem.
Ne çiçek açtım
ne de kurudum
hep bildiğimi okudum.
Bir ümitle
hep suladı sahibim,
ha oldu ha olacak;
aylar geçti baktı ki
ben ne istediğinde yeşerdim
ona çiçekler açtım;
ne de meyveler verdim.
Çünkü meyvesi değil;
gölgesi olan bir çınardım.
sarmaşığı bedenimle
gökyüzüne taşırdım.
Kendim çiçek değildim
lakin;
güçlü dallarıma tutunan
ne çiçekler açtırdım.
Ümidini kaybetti kesti beni;
bir satıra can verdim.
Şimdi ise kalem oldum eline...
İşlevim değişse de
fıtratım değişmedi;
olmadı mı yazdıklarım?
Sanma ki hiç boşuna
yazdığını silerim;
sildirmem başkasına,
üzerini çizer geçerim.
Neriman DENİZ
kazdağları.. bir efsane bir gerçek hikaye
Homeros'un yazdığı İlyada ve Odysseia destanı ve bu destanlarda Kazdağları ile ilgili efsaneleriyle renklenen, dünyanın Alplerden sonra oksijen yönünden ikinci sırada yer alan bu muhteşem doğa harikası tedavi edici şifalı suları ve havasını da taşımış günümüze.
Afrodit'in yakalandığı cüzzam hastalığının çirkin görüntüsünden kurtulup iyileşerek güzelliğine kavuştuğu kaplıcaları bugün de şifa olmakta Güre'de.
Ülkemizin akciğerlerinden biri olan Kazdağları, insanların akciğerleri için de doğal bir tedavi merkezi aynı zamanda. En çok ölüme neden olan hastalıklar sıralamasında 4. sırada yer alan KOAH hastalığına iyi gelen bol oksijenli havasıyla, hem tatil hem tedavi için gelenleri ağırlamakta.
insan
başlıyorsa gökyüzünden yere,
ağır ağır tane tane;
insan da yaşamın içine...
öyle düşmekteydi.
Ha yağdı ha yağacak diye
bakarken
düşen nazlı tanelere,
iki tanenin düşmesi arasındaki
o upuzun zaman;
doğdu doğacak
emekledi emekleyecek devriydi.
Yağmurun yağışı hızlandı;
zamanın akışı hız kazandı.
yağmur taneleri,
ve hızını alamayan
rüzgar gibi;
havayı yararak
koşmaktaydı.
Sanki sele kapılıp
savrulan toprak,
sel suyu gibi allak bullak
ve suyla yoğrularak...
Yokuş aşağı iner gibi
önüne geleni içine katarak;
kum, taş, çakıl
ot çöp börtü böcek,
tohum, çiçek,
çalı çırpıyla çoğalarak
ve çoğaldıkça
daha çok bulanarak...
Nefes nefeseydi artık...
Bir düzlükte durmalı;
yükünden kurtulup
durulmalıydı.
Ovada göllendi,
koşarken topladıkları
yavaşça dibine çöreklendi.
Kimi tohum içinde filizlendi,
kimi bitki aromasını verdi.
Dinlendikçe ağır ağır
demlendi;
demlendikçe berraklaştı
açıldı rengi.
Dolan havzanın
ağır ağır boşalması gerekti.
Bulduğu meyilden,
durulan suyu yavaş yavaş
uzaklara doğru aktı;
coşkulu sel suyu değil
artık duru bir kaynaktı.
Aktığı yerlerden toplamak
değildi artık derdi...
Bulduğunu alarak değil,
suyundan vererek ilerledi;
geçtiği yerleri besledi.
Kah değdiği yerler yeşerdi,
kah yeni filizler verdi.
Yaş kemale erdi;
elbette alma zamanı değil,
verme zamanıydı şimdi.
N.DENİZ
tekne ve fareler
başeğmezlik hikayesi
lahana
kumdaki yengeç
tekme
Haydi;
bir koşu dolan gel oradan;
bir kaç kelam edelim
havadan sudan...
İstemiyorum öyle
uzun uzun
zamanıma katmanı zamanından...
Kucağımda
mis kokunu içime çekecek,
okşarken
kara saçların yüzümü;
başını göğsüme basacak kadar...
Çok değil;
serçenin kapandaki yemi
bir çırpıda alıp kaçtığı,
Sevgiyle gülümsemenin
değdiği kalbi ısıttığı,
Lodosun saçları
sıyırıp geçtiği an kadar..
Çok mu geldi bu süre?
Öyleyse;
açmadan gözlerini
daha dünyaya,
düşmeden
ete kemiğe bürünüp
kucağıma;
şöyle okkalı bir tekme
savurduğun an kadar...
N.DENİZ
çaresizlik
mengeneye sıkışmış gibidir yüreği?
Ve öyle bir ezilmektedir ki;
tıpkı kapana ayağını kaptırmış
ve derin kuyuya yuvarlanmış
bir kaplan gibi...
kuyunun ağzı arasında kaplan?
Nasıl uzatırsa ellerini yukarı
ve nasıl çekerse kapanda
sıkışarak ezilmiş ayağı kaplanı geri?
Ve nasıl eklenirse
bu durumda bir sırtlanın
pençesine düşme endişesi?
Acı ve umutsuzluk
nasıl çökerse yüreğine,
nasıl vurursa gözlerine kederi?
İşte böyle bir çaresizlik benimki.
Ne ellerimle tutunabilmek,
ne de ayaklarımı kapandan
kurtarabilmek mümkün.
Ne umutsuz bir bekleyişle
kör kaderi değiştirmek;
ne de acıyı hafifletmek
ve özgürce koşabilmek…
N.DENİZ
soba
doldurdular içimi.
Altını döşediler
üstü alevlendikçe
yavaş yavaş yanacak
küçük küçük kömürle.
Yığdılar üstene de
erik,çam, meşe
ne geçtiyse eline...
Attılar bir kaç da çıra
orama burama;
hadi gel de tutuşma.
neyim var neyim yoksa
nefes alıp verecek;
bilmezler bu kadar şey
nasıl tutuşup tütmeyecek?
Bırakmışlar baca diye
küçücücük bir delik;
için için kavrulup da
buram buram tüterken
duman nasıl yolu bulup da
o deliğe girecek?
Tam bitirdim hasadı
ferahladım der iken;
dehliyor ite kaka
koskocaman bir kütük.
ne çekilmez çileymiş
bitmedi hiç bitmiyor,
içim çok daralırken
azıcık genişliyor.
Aman siz ferahlayın
kapı, pencere, dar dolap
atın elde kalanı;
buldunuz bir amele
savuracak harmanı.
Nasılsa öğütür diye
kağıt kürek
atılmayan ne vardı;
yaramasa bir işe;
sokakta koca direk kaldı.
Eh el insaf artık size
eldeki küçük soba
değil ki bu koca tandır;
doldum artık taşıyor;
tıkandı baca bile
her delikten tütüyor.
N.DENİZ
limon ağacı
mevsim güze dönünce...
yavaşça silkelendi
koca erik ağacı...
Doğa şimdi ne varsa;
rüzgar dolu fırtına
sürecekti meydana...
Kendi hazırlanırken
derin kış uykusuna;
takıldı gözleri
yanında sürgün veren
küçük limon ağacına...
Nasıl da narinceydi
kökünden uca kadar
o incecik dalları?
Üstünde onu koruyacak
ne dikenli bir doku,
ne de kalın kabuk vardı.
''Küçük limon ağacı
önümüz kış kıyamet
nasıl hayatta kalacaksın?
Bu kadar ekşi bir meyve,
dalındaki incelikle;
doğada boşa yer tutacaksın''
Limon hiç ses vermedi,
yapacak çok işi vardı;
yeşil yapraklarını
dalında tutmalıydı.
Günler geçerek
birer birer
Ayları kovaladı,
Mevsimler değişerek
baharı yarıladı.
Güneşin sıcaklığı
düşünce dallarına;
erik ağacı hafifçe
esneyerek
uykusundan uyandı.
O derin uykudayken
kış rüzgarıyla
kalınlaşan kabukları;
şimdi aralayıp da
yaza hazırlamalıydı.
Sızlayarak dalları
bir kaç yaprak çıkardı;
birkaç da çiçek açtı.
Daha yapılacak
ne de çok işi vardı;
Düşünürken kara kara
etrafını mis gibi
ferah bir koku sardı.
Bakışları kokuyu aranırken;
görünce yanında
boy verip de serpilen,
yeşil yapraklı dallarında
hem çiçek
hem meyve veren
limona şaşakaldı.
Haykırdı bu nasıl bir iş!!
Sen ne yaptın bütün kış?
Ne dalların
narinliğini yitirmiş,
ne yaprağın, çiçeğin
ne de meyvelerin bitmiş?
Limon ağacı
gülümseyip eriğe
anlatmaya başladı:
Renkten renge girerek
silkeledin yaprağını
korkarak kışı görüp…
Sonra toprağa gömüp
uykuya geçiverdin
doğaya sırtını dönüp.
Ben hükmüne uyarak
tabiat ananın;
doğadaki her günü
kendime kazanç saydım;
rüzgarlara direnip
yağmurlarda boy attım;
güneşi gördüğümde
durmadan filiz verdim.
Kimi zaman dönünce
rüzgarlar fırtınaya;
korunabilmek için
sen kabuk bağlar iken;
yeşil yapraklarımla
dallarıma siperdim.
Kendi tadında yenen
mevsimlik lezzetli
bir meyvesin sen;
dört mevsim
dalımdan eksilmeden,
ekşiliğimle
tat vermeyi öğrendim
çeşit çeşit şeye ben.
Haydi bakalım erik;
ben her mevsim
durmadan
devam ederken yola,
bir kuruyup bir yeşererek
sen her bahar
yılmadan
yeniden baştan başla.
N.DENİZ
bahar
Demeyin;
evlerde bahar mı var?
''Beden ruhun mezarıdır''...
demiş ya hani
büyük düşünür?
Şimdi evler de
bedenin mezarı belki lakin;
ruha kim kelepçe takar?
hem bedenim,
hem de evler dar...
Durdursun durdurabilirse
olağanüstü hal,
o hal, bu hal...
Bıraktım işte ruhu
kuşlar kadar hür;
içimden
göklere havalanan
cıvıltılı bir
sığırcık sürüsü var...
Çığlıkları kiraz ağacına
konmuşçasına mutlu;
ummanı aşarcasına
umut dolular...
İçi içine sığmayan
coşkulu bir neşeyle
haykırıyorlar sesleri gür;
dallarda çiçek
evrende bahar,
yaşamak güzel şey
sevgi dolu ve hür!!
N.DENİZ
terzi
her bir insan dünyadan;
bilmezdir ki
boşunadır bu çaba....
Ağaç nasıl ait ise toprağa,
meyvesinin lezzetini
belirleyen topraktır.
İnsanlar da anne baba
karı ya da kocanın
kendisine biçtikleri roldedir.
annen ile babana;
çalışkan mı tembel mi
şer misin uslu musun;
sen sadece ailenin
etrafına gösterdiği çocuksun.
Gül kendini ne bilsin
ne anlatıp söylesin?
nasıl ki güle adını veren,
aşkı da ayrılığı da
yükleyen insan ise;
insandır insana da
giyeceği kıyafeti biçen.
Yetişip de hayata atılınca,
ben rolümü seçerim
sanmayasın sakın ha!
Sen daha düşünür iken
o mu uyar üstüme,
yoksa bu mudur diye;
bir eş bekliyordur bile
seni elinde elbise ile...
Ailenden eşine
bir bayrak tesliminin
ortasında kalırsın.
Ağır mısın yeğni mi
çapkın mısın uslu mu
hükmünü eşin verir;
boş musun yoksa dolu mu
kendi gözünden sana
elbiseni giydirir.
Kimse sormaz giydirilen
dar mı geldi geniş mi,
oynadığın bu rol
senin midir değil mi?
Sen desen de
bu rol benim değildir
sorusuz bir cevap kalır seninki...
Hukuk bile yapmış iken
insanı insanın şahiti;
düzen çarpık kurulmuş
insan olmuş insanın velisi.
Elbet rolünü bulacaktır
kişi de bu yaşamın içinde;
ne zaman olur ise
kendi kendinin terzisi.
N.DENİZ
hoşgeldin
Sen işlenmeye hazır
kumaşınla gergeftin;...
bense kumaşı işleyecek
rengarenk iplik...
İşledikçe desen desen,
motif motif gergefi;
hem kumaş işlendi
hem de iplik
ve ikimiz de şekillendik.
börtü böcek kuş derken;
kimi zaman ev olduk,
kimi zaman
mis kokulu bir çiçek.
İplik sonsuz değildi
kumaş ise
uçsuz bucaksız derya idi;
ipliğin işleyeceği
yavaş yavaş tükendi,
artık boşluklarını
işlemek sana kaldı.
Dokun yumuşacıktı
ne iğneye direndi
ne de ipliği gerdi;
işlenen desenleri
misli ile gösterdi.
Belli ki
tanrı senin hamurunu
güzelce yoğurarak;
ellerime öyle verdi.
Arkamdan gelir iken;
geçtin artık beni sen,
renginle deseninle
fersah fersah ileri.
Hoş geldin
iki gözümün çiçeği.
Yirminci yaşın kutlu olsun!
Gözlerinden neşe,
göğsümden başın eksilmesin.
Sen tanrının kollarıma
bahşettiği bir lütuf,
yaşamdan aldığım
en güzel hediyesin.
N.DENİZ
oyunlar ve kehanetin renklendirdiği kent... syedra
Antik çağda Pamfilya (Pamphylia) ve Kilikya (Kilikia) arasındaki sınırda kaldığı için sınırlarda yer alan diğer bölgelerin kentleri gibi kimi zaman savaşlar, kimi zaman diplomasi nedeniyle sık sık iki bölge arasında el değiştirmiş. Bu nedenle Syedra'yı antik çağ tarihçilerinden kimi Pamfilya, kimisi de Kilikya'nın bir kenti olarak göstermişler. Günümüzde kabul edilen görüş ise Syedra'nın bir Kilikya kenti olduğu yönünde.
Antik çağda Kilikya'nın sınırları batıda Korakesion (Alanya) dan başlayıp doğuda İskenderun körfezine kadar uzanan, güneyi Akdeniz'e açılan Kilikya'nın kuzeyi Toros (Taurus) Dağlarıyla çevrelenmiş. Coğrafi özellikleri bakımından kendi içinde farklılık gösteren bu bölgenin, Alanya'dan Mersin'e kadar uzanan engebeli kısmı Dağlık Kilikya (Kilikia Thrakhea), Adana ve Mersin çevresinden oluşan günümüzün Çukurovası olan bölüm Ovalık Kilikya (Kilikia Pedias) olarak adlandırılmış.
hayatın kuyruğunu sallamayın.. theognis
Theognis (570-485) M.Ö 6. yüzyılda Yunanistan'ın batısındaki Megara kentinde yaşamış, politika, siyaset,aşk, şarap, savaş, servet ve insan doğası üzerine şiirler yazmış bir şair.
Şiirlerinde neredeyse saplantı derecesinde iyi ve kötü arasındaki ayrımı işlemiş. Bu nedenle büyük ve kadim bir ahlakçı olarak da kabul edilmekte.
Eserlerinde toplumu etik, sosyal ve politik ilkelere göre asil ve alçak olarak sınıflandırmış. Theognis'e göre fazilet doğuştan ve kalıtsaldır. Yeni zenginler sonradan görme, kibirli, kaba ve inançsızdırlar.
Dizelerinde ne kafiyeye ne de uyuma önem vermemiş fakat dili o kadar etkili kullanmış ki akılda kalıcı ve vurucu dizeleri birer aforizmaya dönüşmüş.
asma ve evlat
bağlarda eğilip bükülüp
budanmış kütük hallerine;...
ruhunda büyük bir
direnişçidir asma.
Ne eyvallahı vardır yağmura,
ne minnet eder
gökten düşecek bir damlaya.
Beklemez gelsin diye havadan;
kökleriyle kaynağına ulaşır
ve öylece beslenir sudan.
Dalları ne kadar
görünse de ince,
filizleri bulunduğu yere
sımsıkı dolanır;
ne rüzgar yerinden oynatır,
ne fırtınaya pabuç bırakır.
asma gibi sağlam bas
ayaklarını yere evlat.
Öyle sıkı tutunur ki
kökleriyle toprağa asma;
inerken en derinlere
on metre, yirmi metre
hiç bir güç
sökemez onu kökleriyle.
Olacaksan;
asmanın kökleri gibi
vefalı ol sevdiklerine evlat.
Kendi tutunurken
kendini besleyen toprağa
kökleriyle;
vefalı bir dost gibi tutar
toprağı da kökleriyle...
Asma kökünün
tutunduğu yerde;
ne akıntıya
kapılır gider toprak,
ne de güçlü bir sele.
Asma dalları gibi
ufku geniş,
iradesi güçlü ol evlat.
kökünü salarken derinlere;
dalları da tırmanır
bulduğu her yoldan göklere.
Gideceği yollarda
sağlamcıdır da asma;
ilerlemez rastgele.
Öyle sağlam bir kol atar ki
tutunacağı yere;
dolar sürgünlerini
sevgilinin boynuna
dolanır gibisine,
sımsıkı çözülmemecesine.
Devam eder biteviye
gideceği yere.
Hiç durmamacasına...
Hiç yorulmamacasına,
ulaşana kadar hedefine.
Olacaksan asma gibi
azimli ol evlat.
Bir dalı kesilirse;
daha gür çıkar
kesene inat.
Direnişçidir dedik ya?
Vazgeçmez hemen
kesildi diye bir kaç budak.
Kırsa da bir dalını hayat;
daha güçlenerek
bir dal daha uzat evlat.
Olacaksan asma gibi
verimli ol evlat.
lüzumsuz yük etmez
hiç bir şeyi varlığına asma.
Dalları gölgeliktir;
güneşin yakıcı sıcağında.
Her damağa tadı uyacak
yaprağı yemek...
Meyvesi ise her derda deva
tanrısal bir içecek.
Dokunduğu her şeyi
sarıp sarmalayan,
koşulları zorlayıp
yıllara meydan okuyan;
asma gibi dallı budaklı,
asma gibi bereketli
ve asma gibi
uzun ömürlü ol evlat.
N.DENİZ
gerçek
vururken
odamdaki cama;...
bir yalancı bahar
yaşanmakta dışarıda.
Doğa yine yapıyor
yapacağını,
bize sunduğu
hep yanıltıcı bir algı.
gördüğü her ışığı,
nasıl güneş sanırsa hani?
Çölde susuz bedeviye
her ufuk çizgisi serapsa...
Ve gökyüzünün
kör karanlığında
parlayan her ışığı
sanarken biz yıldız;
alalade bir uçağın
karanlığı yırtan ışıkları
çıkarsa...
İnsanız ya
durmuyor aklımız
bir türlü başımızda.
Ya bedenimizden bağımsız
bir karış havada;
ya yanılgılar
gerçek sangılarımız.
Belki de artık;
yanılgılara son verip
aklı başa döndürmek,
yeşermeyecek çiçekleri
ümitsizce sulamak yerine
köklemek;
gerçek baharın habercisi
yeni çiçekler
ve yeni umutlar
ekmek gerek...
N.DENİZ
tenkit
sen bir salkım üzüme
bakarken hayran hayran
ha erdi ha erecek;...
bozuldu koca bir bağ.
Gözünü kırık bir tekere
çaresizce dikmişken
ha oldu ha olacak;
yürüdü gitti kervan.
Birer birer
sayıp da sen günleri,
kovalarken mevsimleri;
biriktirdin saçlarında
karlarını kışların...
Bahar yeşiliyken
doğduğunda
taze yüreğin;
yazı bile es geçip
solgun güze hapsettin.
İpi asılır gibi,
zamanı hep çekerek
yıllarını
ömür sayacından,
tüm hızıyla tükettin.
Unuttun mu?
Gerçek yaşamın sırrı
ne elini uzattığın
ne de önüne baktığın
yerde değildi elbet...
Başını kaldırıp da
gözlerini diktiğin;
ve hayal edip
ufkunu genişlettiğin
uzaklıkta keramet...
N.DENİZ