Çanakkale'ye gidip her karesi bir hikaye, her adımı bir destan olan Gelibolu'yu gezip şehitlerimizi ziyaret ettiniz mi? Bunu yaptıysanız ve bir defalık ziyaretin size yeterli geldiğini düşünüyorsanız sakın böyle bir yanılgıya düşmeyin.
Ne ananızın, ne babanızın, ne de atalarınızın kabrini bir kere ziyaret etmek yeterli gelmiyorsa, Gelibolu'yu da bir kez ziyaret etmek yeterli olmamalı. Gündüz karış karış gezdiyseniz vaktin birinde; bu defa da gece uğramayı deneyin;
Çanakkale Şehitler Anıtı
Deneyin ki dün yoksul ama onurlu iken bugün zengin ama onursuz insanlara nasıl teslim olduğumuzu görün. Derler ki; yokluğu görmeyen varlığın kıymetini bilemez. Bu millet yitirdiği 253 bin şehidini taçlandırabilmek için sadece 25x25 metrelik bir podyuma oturan dört ayak ve bir çatıdan oluşan 41.7 metre yükseklikteki bir anıtı, kendi arasında kuruş kuruş toplayabildiği paralarla tam 16 yılda yapıp tamamlayabilecek yoksulluğu yaşamış.
Dün kasasından çıkan her kuruşun hesabını sormasını gerektiren yoksulluğu görmüşken; bugün düştüğü durumu, hainlere ve hırsızlara göz yumarak ihanete ortak oluşunu görün. Çalınıp çırpılan, saray inşaatlarında çarçur edilen parasının nasıl olup da peşine düşmediğinin şaşkınlığını yaşayın.
Velhasıl Gelibolu'ya bir de gece vakti uğrayın. Şehitlerimize, dallarını gündüz gölge, akşamları geceye perde yapan ağaçlarda konaklayan bülbüllerin seslerini dinleyin. Şehitliğin üzerine yansıyan bayrağımızı ve Mustafa Kemal'in Gelibolu'da yatan tüm silah arkadaşlarını bakışlarıyla kucaklayan silüetini izleyin.
Atatürk
Şehitlikten sonra gündüz gözüyle ilk durağımız olan Tekirdağ şirin sıcacık bir kent. Sokak aralarına serpiştirilmiş gibi duran, aniden karşınıza çıkıveren eski evleriyle sokakları sürprizlerle dolu.
Evlerin bazıları oldukça iyi durumdayken, arada bir insanın yaşlanıp çökmesi gibi yıkılmaya yüz tutmuş bakımsız eski ahşap evlerin varlığını görmek içimizi burkuyor. Bizlerin çöküşü doğanın kanunu, ne çaresi ne de çözümü var. Fakat bu evlerin çöküşüne çare bulunabilecekken kaderlerine terk edilmiş olması, geçmişimize olan duyarsızlığımızı yüzümüze haykırıyor adeta.
Tekirdağ'da ayağa kaldırılmayı bekleyen evlerden biri
Tekirdağ ve çevresinin tarihini içinde barındırıp sergileyen yapı, yine içindeki eserler gibi tarihi bir nitelik taşıyan eski Valilik Konağı. Trakya'nın bir bölümünün geçmişine ışık tutan eserleri görmek için mutlaka gezilmesi gereken bir müze. Ben müzeleri gezip dolaşıyorum ama sadece bir görsel ziyaret oluyor diyorsanız bilgiye ulaşmanın da bir çaresi var.
Tekirdağ müzesinde görev yapan, mesleğine sevdalı, birikimi ve deneyimlerini meraklılarla paylaşmakta bonkör davranan sevgili arkeolog arkadaşım Nalan bizim grubumuzu olduğu gibi, ilgili herkesi bilgilendirecek kadar işini seven birisi. Yeter ki geçmişe ilginiz sadece görmekten öte bilmek ve duymak isteyecek kadar çok olsun.
Tekirdağ Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi
Tekirdağ'ın en hoş kısmı tarih içinde tarihin barındırılması. Tıpkı Arkeoloji ve Etnografya Müzesinin tarihi bir konakta sergilenmesi, Macar prensi Frenc Rakoczi'nin 1720-1735 yılları arasında yaşadığı ev olan Rakoczi Müzesi ve orijinal olmasa da 1993 yılında 19. yy Osmanlı mimarisine uygun yapılan Namık Kemal evinde olduğu gibi.
Her birinin dışı ayrı güzel içi ayrı güzel diyeceğim ama bunu tam olarak diyemiyorum. Çünkü günler öncesinden defalarca Namık Kemal Evinin açık olacağını teyit etmemize ve 50 kişilik bir grup ziyareti yapacağımızı bildirmemize rağmen normal koşullarda zaten açık olması gerekirken gittiğimizde kapı duvardı. Doğal olarak oraya kadar gidip evin içini görememiş olmanın hayal kırıklığı ve görevlilerin vurdumduymazlıklarına olan öfkemizi de yanımıza alarak Tekirdağ'dan ayrılıp Dupnisa Mağarasına doğru yola çıkıyoruz.
Yaklaşık iki saat süren otobüs yolculuğu etrafı izlerken epey düşünme imkanı da veriyor insana. Herodot M.Ö 450'lerde Trakya ile ilgili yaptığı tespitinde; yeryüzünde Hintlilerden sonra en kalabalık halkın Trakyalılar olduğunu, bir tek adamın idaresinde yada komutasında hareket edebilseler hiç yenilemeyeceklerini, ulusların en kalabalık ve güçlüleri olabileceklerini, ama bunun onlar için imkansız olduğunu ve bu birliği hiç bir zaman kuramadıklarını, onların zayıf noktasının bu olduğunu, oturdukları yerlere göre çeşitli adlar almalarına rağmen göreneklerinin çoğunun hemen hemen aynı olduğunu söyler.
Yunanca Trakia ''Gırtlak, soluk borusu'' kelimesinden türetilerek adlandırılan bu coğrafyanın ismi, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından dolayı Boğazlar Ülkesi anlamına da geliyor. Tarih boyunca kargaşa ve kavganın eksik olmadığı topraklar Ege,Marmara ve Karedeniz olmak üzere üç denize de komşuluk ediyor. Günümüzde doğusu Türkiye, kuzeyi Bulgaristan, batısı ise Yunanistan sınırları içinde bulunuyor.
İçinde birbirinden farklı kaynaşması oldukça zor gibi görünen üç grubun seyahat ettiği otobüsümüze göz gezdirip; ''Trakya'nın tarihine ve ruhuna uygun bundan daha farklı bir gezi yapamazdım herhalde'' diye düşünüp gülümsüyorum.
Dupnisa Mağarası
Dupnisa Mağarasına girmeden çevre insanı büyülüyor. Ormanın içinden, ağaçların arasından süzülerek gelen suyun ferahlatıcı etkisiyle gevşemişken mağaranın derinliklerine dalıvermek, başlangıçta insanı hem ürpertip hem üşütürken, zamanla mağara içinde keyifli bir yürüyüşle derinlere doğru akıyorsunuz.
Işıklandırmanın da etkisiyle büyüleyici bir güzelliğe bürünmüş Dupnisa. Yukarıya doğru sonsuzmuş gibi uzayıp giden basamakları tırmanmak biraz yorucu olsa da ulaşılan noktada yer alan büyük sarkıtların süslediği salona vardığınızda bu tırmanışa kesinlikle değdiğine kanaat getiriyorsunuz.
Dupnisa Mağarasından, Istranca ormanları içinde İğneada'ya doğru ilerlerken Avrupa Hun Devletini durdurmak, Trakya üzerinden Anadolu'ya geçişini engellemek için Bizans'ın verdiği çabaları ve Trakya'ya ördüğü duvarları düşünüyorum.Bugün; 1500 yıl önce karşıdan bakılan noktada bulunmak, Türk akınlarının karşılandığı ve duvarların örüldüğü tarafta yol alıyor olmak beni heyecanlandırıyor.
Anadolu'nun halkımızın kaderi olduğunu, ''Kapıdan kovsan bacadan girer'' deyimine denk düşecek şekilde V. yy'da Avrupa'dan gelip, Trakya'dan giremediğimiz bu topraklara 600 yıl sonra 1071'de doğudan girdiğimizi düşününce, halkımızın kararlılığını, Anadolu topraklarına sevgi ve bağlılığını daha iyi anlıyorum.
İğneada
İğneada'nın ince kum plajını adımlayıp, zamansızlık nedeniyle bizim giremediğimiz denizin, uzanamadığımız plajın, özgürce yayılıp tadını çıkaran inek ve buzağıları gıpta ile izlerken bu doğa harikası alana nükleer santral yapılma projelerinin olduğunu duymak moralimizi bozuyor.
Nerede doğanın mucizesi olduğunu düşündüğüm bir yer görsem arkasından termik santral fikri çıkıyor, böyle olunca da insan doğal olarak düşünüyor bu bir ihanet midir diye ve ister istemez bir kasıt arıyor niyette. Bu ülkesine olmasa bile kesinlikle doğaya ihanet.
Longoz ormanlarının içinden geçip Kıyıköy'e doğru uzanan dar yollarda ilerlerken ormanı seyre dalıyoruz. Longoz ormanlarını izlemek zaman mefhumunu unutturup asırlar öncesinde yol alıyormuş hissi veriyor insana. O kadar el değmemiş, balta girmemiş, insanın talanına uğramamış bir görüntüsü var ki, Trakya halklarının eski çağlarda diğer halklara saldığı korkunun canlanmasına neden oluyor gözümde.
Bir coğrafyanın yarattığı tanrı, o bölgenin halklarının karakterini ve hayat felsefesini de ortaya koyuyor. Bu toprakların savaş tanrısı Ares'i yarattığı düşünülürse yakın tarihimize kadar devam eden bölgedeki katliamlar ve karışıklıklar da daha anlaşılır hale gelir sanırım.
İğneada
Zeus ve Hera'nın oğlu Ares'in Trakya kökenli bir tanrı olduğu ve bu coğrafyada çok daha fazla saygı gördüğü bir gerçek. Ares savaş tanrısıdır ama taşıdığı vasıflar saygı duyulmaktan çok uzaktır. Kaba güç kullanan, azgın, çılgın, deli olarak görülür. İnsanların başının belası, yurtların, kalelerin, evlerin yıkıcısıdır. İhaneti, ikiyüzlülüğü, dönekliği ile kötü yüzüdür savaşın. Babası Zeus bile tiksinir ondan ve şöyle seslenir Truva savaşında karnından yaralanıp yanına sığınan oğluna:
Böyle ağlaşıp durma dizimin dibinde dönek,
Olympos'ta oturan tanrılar arasında
benim en iğrendiğim tanrısın sen,
hep hırgür, kavga, savaş işin gücün,
ele avuca sığmaz huysuzluğun biliyorum,
anadan gelme sana Hera'dan,
ben de ona zorla dinletirim sözümü.
Görüldüğü gibi çocukların kötü huylarını eşlere yüklemek sadece insanlar arasında değil; tanrıların arasına bile aksetmiş olay:))
Kıyıköy
Kıyıköy'e ulaşıp limanın görüntüsünü hayranlıkla izlerken Ares'i zihnimden uzaklaştırıp Trakya'da en çok saygı gören diğer iki tanrıya kayıyor düşüncelerim. Dionysos ve Artemis bu topraklara çok daha uygunmuş gerçekten diyorum. Bereketli ve saf yanı Kıyıköy sahillerine yansırken, vahşi hayvanları koruyan, doğa güçlerinin hakimi Altın Yaylı Artemis'in Longoz Ormanlarına ne kadar da yakıştığını düşünmeden edemiyorum.
İstanbul'da yaşayanların o kargaşaya, trafiğe ve kalabalığa nasıl tahammül ettiklerine şaşırıp onlar adına üzülürken ilk kez kıskanıyorum onları. Yakınlarında böylesine doğanın mucizesi alanlar bulunduğu ve dilediklerinde gelip görme imkanına sahip oldukları için.
Çünkü İğneada'dan Kıyıköy'e kadar yol süresince gördüğüm manzara nefesimi kesti tabir yerindeyse. Hayatımda yeşilin bu tonunun bu kadar geniş bir alana yayılmış halini hiç görmemiştim. Yaprak yeşili dedikleri renk işte tam olarak burasıydı sanırım. Duyduğum hayranlıkla neredeyse pılımı pırtımı toplayıp buralarda yaşama, ya da yakınlarında olma arzusuyla kıvrandım yol boyunca.
Gece, metrekareye düşen tarihi eser sayısı en yüksek kent olan Edirne'de kalınır da tarihi bir mekanda konaklanmaz mı? Bizde elbette konaklanır deyip, gözlerimizi yeni güne Kervansaray otelde açıyoruz.
Selimiye Camii
Her köşesinde tarihi bir mekan barındıran Edirne'de Selimiye Camii ve Beyazıt Külliyesini ziyaret edip, Meriç nehri üzerinde köprüde yürüyüşümüzü yaptıktan sonra tabyaları gezerken bir kez daha; bir gün önce yan yana yaşarken bir gün sonra birbirinin namlusunun ucuna gelen halkların davranışlarını yöneten savaş tanrısı Ares'i lanetliyorum.
Kendi sınırlarımız dışında kalan Trakya'nın diğer kısımlarındaki soydaşlarımıza yapılan zulmü düşününce karakterinden bir şey kaybetmediğini düşünüyorum bu coğrafyanın.
Edirne'den uzaklaşırken iyi tarafından bakıyorum olaya ve en azından kendi sınırlarımız içinde kalan kısımdan Ares'i komşulara kovalayıp, Dionysos'un neşe ve coşkusu ile Artemis'in bereketi , saflığı ve doğaya dost karakterini bu topraklarda hakim kılındığını kabul ediyorum.
Zorlu bir tarihsel süreç sonrası oluşturduğu bu mutlu son; seyahati tamamlamaya yaklaşırken bizim otobüste de baş gösteriyor ve birlikte gezme, beraber eğlenebilme, kaynaşabilmenin bilinciyle daha bir eğlenceli oluyor seyahatimiz.Şarköy'e yaklaşırken işte Dionysos'un etkisi bu diyorum.
Meriç
Trakya güzel olduğu kadar anlaşılması zor çelişkilerle dolu bir coğrafya. Zaten bu öncelik verdikleri tanrıların misyonu düşünülünce açıkça görülebiliyor. Ares, Dionysos Artemis; savaş, eğlence, saflık ve bereket.
Şarköy'de şarapların tadına bakıp dönüş yoluna geçince geziye katılanların kaynaşması ve hoş vakit geçirmesini sağlayan Fatih Kutluer'e kayıyor düşüncelerim. Trakya'da yaşam sürmüş kavimlerin bu çelişkisi hiç de garip gelmemeye başlıyor birden.
İlk bakışta coşku ve eğlence timsali gibi görünen ama doğanın küçücük detaylarından büyük zevkler almayı ve etrafındakileri de buna zorlamayı bilen, boşluktaki bülbülün sesini huşu içinde dinleyip, okuduğu anlamlı şiir ve şarkı sözlerine duygu yükleyebilen ince ruhlu bir insan Fatih Bey. Demek ki çelişki hepimizin görünüşünde var diyorum.
Karaağaç Lozan Anıtı
Ben bülbülün sesindeki güzelliği Gelibolu'da gecenin sessizliğinde Fatih Beyin bizlere yaptığı uyarılarla, fark edebildim. Bizleri durdurup dinlememiz için bekletmese hiç duymadan geçip gidecektim belki de ne yazık.. O güne kadar sanırdım ki bülbülü bu kadar ünlü yapan sesinin tınısıdır. Yanılmışım...Onu asıl dinlemeye doyumsuz yapan ötüşündeki ölçüsüydü bana göre. Bir sanatkarın susma ve söyleme aralıklarını mükemmel kullanmasıydı.
Muhteşem bir melodi kulaklarınıza çalınıyor ve ardından bir sessizlik oluşuyor. Siz yavaş yavaş o sesi sindirip taa ruhunuza kadar işlediğini hissediyorsunuz ve bekleyişe giriyorsunuz, o güzelliği tekrar duyabilmek için. Ardından kısa bir melodi daha ve bu döngü devam ediyor. Sizin ise zihniniz sürekli şu beklentiyi dile getiriyor..bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha....
Zelenika
Trakya'dan kulaklarımda bülbüllerin sesi, burnumda Longoz ormanlarında yetişen adına Zelenika (Orman gülü) dendiğini öğrendiğim, muhteşem çiçeğin kokusuyla ayrıldım.
Zor günler geçirmesine rağmen bizi yalnız bırakmayan, yanımızda varlığını hissettirip güven veren vefalı arkadaşımız Hafize'ye, gördüğümüz şeylere verdiği bilgilerle anlam katan sevgili arkadaşım Nalan'a ve bu gezide sabrı, hoşgörüsü, tecrübesi, coşku ve neşesiyle bize önderlik eden İzmir Zirve Dağcılıktan Avukat Fatih Kutluer ve eşi güzel arkadaşım Dilek'e ne kadar teşekkür etsem az.
Trakya'da yaşayıp gezimizi renklendiren ve varlıklarıyla bizi mutlu eden arkadaşlarımıza ve güzel sesiyle şarkılarını bizimle paylaşan sevgili Fatih Katırcı kardeşimize de teşekkür bir borç hepimiz adına sanırım.
Ve bir teşekkür de, geziye hep birlikte çıktığımız, hafızalarımızda yer tutacak ortak bir anı oluşturduğumuz otobüsteki tüm arkadaşlara...
Gezerken etkilendiğimiz her kareyi objektiflere hapsetmeye çalıştık, fakat içimizde fotoğrafçı arkadaşımız Cem Özer bu kareleri hepimizden çok daha iyi objektifine yansıttığı için ben onun ve Selami Yalçın'ın fotoğraflarını paylaşmayı tercih ettim burada. Ellerine sağlık..
Ne ananızın, ne babanızın, ne de atalarınızın kabrini bir kere ziyaret etmek yeterli gelmiyorsa, Gelibolu'yu da bir kez ziyaret etmek yeterli olmamalı. Gündüz karış karış gezdiyseniz vaktin birinde; bu defa da gece uğramayı deneyin;
Deneyin ki dün yoksul ama onurlu iken bugün zengin ama onursuz insanlara nasıl teslim olduğumuzu görün. Derler ki; yokluğu görmeyen varlığın kıymetini bilemez. Bu millet yitirdiği 253 bin şehidini taçlandırabilmek için sadece 25x25 metrelik bir podyuma oturan dört ayak ve bir çatıdan oluşan 41.7 metre yükseklikteki bir anıtı, kendi arasında kuruş kuruş toplayabildiği paralarla tam 16 yılda yapıp tamamlayabilecek yoksulluğu yaşamış.
Dün kasasından çıkan her kuruşun hesabını sormasını gerektiren yoksulluğu görmüşken; bugün düştüğü durumu, hainlere ve hırsızlara göz yumarak ihanete ortak oluşunu görün. Çalınıp çırpılan, saray inşaatlarında çarçur edilen parasının nasıl olup da peşine düşmediğinin şaşkınlığını yaşayın.
Velhasıl Gelibolu'ya bir de gece vakti uğrayın. Şehitlerimize, dallarını gündüz gölge, akşamları geceye perde yapan ağaçlarda konaklayan bülbüllerin seslerini dinleyin. Şehitliğin üzerine yansıyan bayrağımızı ve Mustafa Kemal'in Gelibolu'da yatan tüm silah arkadaşlarını bakışlarıyla kucaklayan silüetini izleyin.
Şehitlikten sonra gündüz gözüyle ilk durağımız olan Tekirdağ şirin sıcacık bir kent. Sokak aralarına serpiştirilmiş gibi duran, aniden karşınıza çıkıveren eski evleriyle sokakları sürprizlerle dolu.
Evlerin bazıları oldukça iyi durumdayken, arada bir insanın yaşlanıp çökmesi gibi yıkılmaya yüz tutmuş bakımsız eski ahşap evlerin varlığını görmek içimizi burkuyor. Bizlerin çöküşü doğanın kanunu, ne çaresi ne de çözümü var. Fakat bu evlerin çöküşüne çare bulunabilecekken kaderlerine terk edilmiş olması, geçmişimize olan duyarsızlığımızı yüzümüze haykırıyor adeta.
Tekirdağ ve çevresinin tarihini içinde barındırıp sergileyen yapı, yine içindeki eserler gibi tarihi bir nitelik taşıyan eski Valilik Konağı. Trakya'nın bir bölümünün geçmişine ışık tutan eserleri görmek için mutlaka gezilmesi gereken bir müze. Ben müzeleri gezip dolaşıyorum ama sadece bir görsel ziyaret oluyor diyorsanız bilgiye ulaşmanın da bir çaresi var.
Tekirdağ müzesinde görev yapan, mesleğine sevdalı, birikimi ve deneyimlerini meraklılarla paylaşmakta bonkör davranan sevgili arkeolog arkadaşım Nalan bizim grubumuzu olduğu gibi, ilgili herkesi bilgilendirecek kadar işini seven birisi. Yeter ki geçmişe ilginiz sadece görmekten öte bilmek ve duymak isteyecek kadar çok olsun.
Tekirdağ'ın en hoş kısmı tarih içinde tarihin barındırılması. Tıpkı Arkeoloji ve Etnografya Müzesinin tarihi bir konakta sergilenmesi, Macar prensi Frenc Rakoczi'nin 1720-1735 yılları arasında yaşadığı ev olan Rakoczi Müzesi ve orijinal olmasa da 1993 yılında 19. yy Osmanlı mimarisine uygun yapılan Namık Kemal evinde olduğu gibi.
Her birinin dışı ayrı güzel içi ayrı güzel diyeceğim ama bunu tam olarak diyemiyorum. Çünkü günler öncesinden defalarca Namık Kemal Evinin açık olacağını teyit etmemize ve 50 kişilik bir grup ziyareti yapacağımızı bildirmemize rağmen normal koşullarda zaten açık olması gerekirken gittiğimizde kapı duvardı. Doğal olarak oraya kadar gidip evin içini görememiş olmanın hayal kırıklığı ve görevlilerin vurdumduymazlıklarına olan öfkemizi de yanımıza alarak Tekirdağ'dan ayrılıp Dupnisa Mağarasına doğru yola çıkıyoruz.
Yaklaşık iki saat süren otobüs yolculuğu etrafı izlerken epey düşünme imkanı da veriyor insana. Herodot M.Ö 450'lerde Trakya ile ilgili yaptığı tespitinde; yeryüzünde Hintlilerden sonra en kalabalık halkın Trakyalılar olduğunu, bir tek adamın idaresinde yada komutasında hareket edebilseler hiç yenilemeyeceklerini, ulusların en kalabalık ve güçlüleri olabileceklerini, ama bunun onlar için imkansız olduğunu ve bu birliği hiç bir zaman kuramadıklarını, onların zayıf noktasının bu olduğunu, oturdukları yerlere göre çeşitli adlar almalarına rağmen göreneklerinin çoğunun hemen hemen aynı olduğunu söyler.
Yunanca Trakia ''Gırtlak, soluk borusu'' kelimesinden türetilerek adlandırılan bu coğrafyanın ismi, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından dolayı Boğazlar Ülkesi anlamına da geliyor. Tarih boyunca kargaşa ve kavganın eksik olmadığı topraklar Ege,Marmara ve Karedeniz olmak üzere üç denize de komşuluk ediyor. Günümüzde doğusu Türkiye, kuzeyi Bulgaristan, batısı ise Yunanistan sınırları içinde bulunuyor.
İçinde birbirinden farklı kaynaşması oldukça zor gibi görünen üç grubun seyahat ettiği otobüsümüze göz gezdirip; ''Trakya'nın tarihine ve ruhuna uygun bundan daha farklı bir gezi yapamazdım herhalde'' diye düşünüp gülümsüyorum.
Dupnisa Mağarasına girmeden çevre insanı büyülüyor. Ormanın içinden, ağaçların arasından süzülerek gelen suyun ferahlatıcı etkisiyle gevşemişken mağaranın derinliklerine dalıvermek, başlangıçta insanı hem ürpertip hem üşütürken, zamanla mağara içinde keyifli bir yürüyüşle derinlere doğru akıyorsunuz.
Işıklandırmanın da etkisiyle büyüleyici bir güzelliğe bürünmüş Dupnisa. Yukarıya doğru sonsuzmuş gibi uzayıp giden basamakları tırmanmak biraz yorucu olsa da ulaşılan noktada yer alan büyük sarkıtların süslediği salona vardığınızda bu tırmanışa kesinlikle değdiğine kanaat getiriyorsunuz.
Dupnisa Mağarasından, Istranca ormanları içinde İğneada'ya doğru ilerlerken Avrupa Hun Devletini durdurmak, Trakya üzerinden Anadolu'ya geçişini engellemek için Bizans'ın verdiği çabaları ve Trakya'ya ördüğü duvarları düşünüyorum.Bugün; 1500 yıl önce karşıdan bakılan noktada bulunmak, Türk akınlarının karşılandığı ve duvarların örüldüğü tarafta yol alıyor olmak beni heyecanlandırıyor.
Anadolu'nun halkımızın kaderi olduğunu, ''Kapıdan kovsan bacadan girer'' deyimine denk düşecek şekilde V. yy'da Avrupa'dan gelip, Trakya'dan giremediğimiz bu topraklara 600 yıl sonra 1071'de doğudan girdiğimizi düşününce, halkımızın kararlılığını, Anadolu topraklarına sevgi ve bağlılığını daha iyi anlıyorum.
İğneada'nın ince kum plajını adımlayıp, zamansızlık nedeniyle bizim giremediğimiz denizin, uzanamadığımız plajın, özgürce yayılıp tadını çıkaran inek ve buzağıları gıpta ile izlerken bu doğa harikası alana nükleer santral yapılma projelerinin olduğunu duymak moralimizi bozuyor.
Nerede doğanın mucizesi olduğunu düşündüğüm bir yer görsem arkasından termik santral fikri çıkıyor, böyle olunca da insan doğal olarak düşünüyor bu bir ihanet midir diye ve ister istemez bir kasıt arıyor niyette. Bu ülkesine olmasa bile kesinlikle doğaya ihanet.
Longoz ormanlarının içinden geçip Kıyıköy'e doğru uzanan dar yollarda ilerlerken ormanı seyre dalıyoruz. Longoz ormanlarını izlemek zaman mefhumunu unutturup asırlar öncesinde yol alıyormuş hissi veriyor insana. O kadar el değmemiş, balta girmemiş, insanın talanına uğramamış bir görüntüsü var ki, Trakya halklarının eski çağlarda diğer halklara saldığı korkunun canlanmasına neden oluyor gözümde.
Bir coğrafyanın yarattığı tanrı, o bölgenin halklarının karakterini ve hayat felsefesini de ortaya koyuyor. Bu toprakların savaş tanrısı Ares'i yarattığı düşünülürse yakın tarihimize kadar devam eden bölgedeki katliamlar ve karışıklıklar da daha anlaşılır hale gelir sanırım.
Zeus ve Hera'nın oğlu Ares'in Trakya kökenli bir tanrı olduğu ve bu coğrafyada çok daha fazla saygı gördüğü bir gerçek. Ares savaş tanrısıdır ama taşıdığı vasıflar saygı duyulmaktan çok uzaktır. Kaba güç kullanan, azgın, çılgın, deli olarak görülür. İnsanların başının belası, yurtların, kalelerin, evlerin yıkıcısıdır. İhaneti, ikiyüzlülüğü, dönekliği ile kötü yüzüdür savaşın. Babası Zeus bile tiksinir ondan ve şöyle seslenir Truva savaşında karnından yaralanıp yanına sığınan oğluna:
Böyle ağlaşıp durma dizimin dibinde dönek,
Olympos'ta oturan tanrılar arasında
benim en iğrendiğim tanrısın sen,
hep hırgür, kavga, savaş işin gücün,
ele avuca sığmaz huysuzluğun biliyorum,
anadan gelme sana Hera'dan,
ben de ona zorla dinletirim sözümü.
Görüldüğü gibi çocukların kötü huylarını eşlere yüklemek sadece insanlar arasında değil; tanrıların arasına bile aksetmiş olay:))
Kıyıköy'e ulaşıp limanın görüntüsünü hayranlıkla izlerken Ares'i zihnimden uzaklaştırıp Trakya'da en çok saygı gören diğer iki tanrıya kayıyor düşüncelerim. Dionysos ve Artemis bu topraklara çok daha uygunmuş gerçekten diyorum. Bereketli ve saf yanı Kıyıköy sahillerine yansırken, vahşi hayvanları koruyan, doğa güçlerinin hakimi Altın Yaylı Artemis'in Longoz Ormanlarına ne kadar da yakıştığını düşünmeden edemiyorum.
İstanbul'da yaşayanların o kargaşaya, trafiğe ve kalabalığa nasıl tahammül ettiklerine şaşırıp onlar adına üzülürken ilk kez kıskanıyorum onları. Yakınlarında böylesine doğanın mucizesi alanlar bulunduğu ve dilediklerinde gelip görme imkanına sahip oldukları için.
Çünkü İğneada'dan Kıyıköy'e kadar yol süresince gördüğüm manzara nefesimi kesti tabir yerindeyse. Hayatımda yeşilin bu tonunun bu kadar geniş bir alana yayılmış halini hiç görmemiştim. Yaprak yeşili dedikleri renk işte tam olarak burasıydı sanırım. Duyduğum hayranlıkla neredeyse pılımı pırtımı toplayıp buralarda yaşama, ya da yakınlarında olma arzusuyla kıvrandım yol boyunca.
Gece, metrekareye düşen tarihi eser sayısı en yüksek kent olan Edirne'de kalınır da tarihi bir mekanda konaklanmaz mı? Bizde elbette konaklanır deyip, gözlerimizi yeni güne Kervansaray otelde açıyoruz.
Selimiye Camii
Her köşesinde tarihi bir mekan barındıran Edirne'de Selimiye Camii ve Beyazıt Külliyesini ziyaret edip, Meriç nehri üzerinde köprüde yürüyüşümüzü yaptıktan sonra tabyaları gezerken bir kez daha; bir gün önce yan yana yaşarken bir gün sonra birbirinin namlusunun ucuna gelen halkların davranışlarını yöneten savaş tanrısı Ares'i lanetliyorum.
Kendi sınırlarımız dışında kalan Trakya'nın diğer kısımlarındaki soydaşlarımıza yapılan zulmü düşününce karakterinden bir şey kaybetmediğini düşünüyorum bu coğrafyanın.
Edirne'den uzaklaşırken iyi tarafından bakıyorum olaya ve en azından kendi sınırlarımız içinde kalan kısımdan Ares'i komşulara kovalayıp, Dionysos'un neşe ve coşkusu ile Artemis'in bereketi , saflığı ve doğaya dost karakterini bu topraklarda hakim kılındığını kabul ediyorum.
Günümüzde Trakya demokrasiyi fazlasıyla özümsemiş, içinde barındırdığı etnik çeşitliliği hoşgörü çerçevesinde kaynaştırmış, eğitim düzeyi yüksek, sıcacık ve neşe yüklü insanlarıyla ülkemizin en huzurlu en yaşanılası bölgelerinden biri belki.
Zorlu bir tarihsel süreç sonrası oluşturduğu bu mutlu son; seyahati tamamlamaya yaklaşırken bizim otobüste de baş gösteriyor ve birlikte gezme, beraber eğlenebilme, kaynaşabilmenin bilinciyle daha bir eğlenceli oluyor seyahatimiz.Şarköy'e yaklaşırken işte Dionysos'un etkisi bu diyorum.
Meriç
İlk bakışta coşku ve eğlence timsali gibi görünen ama doğanın küçücük detaylarından büyük zevkler almayı ve etrafındakileri de buna zorlamayı bilen, boşluktaki bülbülün sesini huşu içinde dinleyip, okuduğu anlamlı şiir ve şarkı sözlerine duygu yükleyebilen ince ruhlu bir insan Fatih Bey. Demek ki çelişki hepimizin görünüşünde var diyorum.
Ben bülbülün sesindeki güzelliği Gelibolu'da gecenin sessizliğinde Fatih Beyin bizlere yaptığı uyarılarla, fark edebildim. Bizleri durdurup dinlememiz için bekletmese hiç duymadan geçip gidecektim belki de ne yazık.. O güne kadar sanırdım ki bülbülü bu kadar ünlü yapan sesinin tınısıdır. Yanılmışım...Onu asıl dinlemeye doyumsuz yapan ötüşündeki ölçüsüydü bana göre. Bir sanatkarın susma ve söyleme aralıklarını mükemmel kullanmasıydı.
Muhteşem bir melodi kulaklarınıza çalınıyor ve ardından bir sessizlik oluşuyor. Siz yavaş yavaş o sesi sindirip taa ruhunuza kadar işlediğini hissediyorsunuz ve bekleyişe giriyorsunuz, o güzelliği tekrar duyabilmek için. Ardından kısa bir melodi daha ve bu döngü devam ediyor. Sizin ise zihniniz sürekli şu beklentiyi dile getiriyor..bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha....
Trakya'dan kulaklarımda bülbüllerin sesi, burnumda Longoz ormanlarında yetişen adına Zelenika (Orman gülü) dendiğini öğrendiğim, muhteşem çiçeğin kokusuyla ayrıldım.
Zor günler geçirmesine rağmen bizi yalnız bırakmayan, yanımızda varlığını hissettirip güven veren vefalı arkadaşımız Hafize'ye, gördüğümüz şeylere verdiği bilgilerle anlam katan sevgili arkadaşım Nalan'a ve bu gezide sabrı, hoşgörüsü, tecrübesi, coşku ve neşesiyle bize önderlik eden İzmir Zirve Dağcılıktan Avukat Fatih Kutluer ve eşi güzel arkadaşım Dilek'e ne kadar teşekkür etsem az.
Trakya'da yaşayıp gezimizi renklendiren ve varlıklarıyla bizi mutlu eden arkadaşlarımıza ve güzel sesiyle şarkılarını bizimle paylaşan sevgili Fatih Katırcı kardeşimize de teşekkür bir borç hepimiz adına sanırım.
Ve bir teşekkür de, geziye hep birlikte çıktığımız, hafızalarımızda yer tutacak ortak bir anı oluşturduğumuz otobüsteki tüm arkadaşlara...
Gezerken etkilendiğimiz her kareyi objektiflere hapsetmeye çalıştık, fakat içimizde fotoğrafçı arkadaşımız Cem Özer bu kareleri hepimizden çok daha iyi objektifine yansıttığı için ben onun ve Selami Yalçın'ın fotoğraflarını paylaşmayı tercih ettim burada. Ellerine sağlık..
Yazının sonunda teşekkürler etmişsin ya, bir Trakya'lı olarak, benim güzel memleketimi bu kadar güzel anlattığın için ben de sana teşekkür ederim. Üniversitede öğrenciyken, gruplara ayrılıp, Tekirdağ'daki o ahşap evleri ölçüp rölövelerini çıkarmıştık. Bu çizimlerin sonradan belediyeye verildiğini söylemişlerdi. Anlaşılan belediyenin tozlu arşivinde unutulmuş. Ne yazık ki evlerde kaderine terk edilmiş. :( Ama sen yazının en başında günümüz Türkiye'sini çok güzel özetlemişsin. "dün yoksul ama onurlu iken bugün zengin ama onursuz insanlara nasıl teslim olduğumuzu görün." başka söze gerek yok sanırım :(
YanıtlaSilBir Trakyalı'dan bu sözleri duymak çok güzel. Umarım hala kurtarılma ümidi olan o güzel evler için bir şeyler yapılır ve gelecek nesillere sokaklarda dolaşırken daha çok, hoş sürprizler armağan edilir.
SilAres' le birlikte Trakya'yi anlatışınıza bayıldım. Bu yurdun her cmsi çok kıymetli
YanıtlaSilTeşekkür ederim bahçe perim. Umarım Trakya'yı artık Ares'le değil, Dionysos'la hatırlarız her zaman gelecekte.
SilÇok kalabalıktı ama merak etmeyin eğlendik... :) Yazıyı okurken eğlenmenize de çok sevindim! :)
YanıtlaSilMüzeler gez gez bitmez, fotolar da bir harika! :)
Bizim gezi daha erken olduğu için kalabalığa yakalanmadık sizin gibi..O nedenle şanslıydık sanırım
Sil