Ayaklarınızın taşa, ellerinizin ağaçlara, gözlerinizin denize değdiği, tarihe uzanıp giden, tarihin içinden geçen, sükuneti, eşsiz doğal ve tarihi güzellikleri ruhunuza kadar işleyen bir yol Likya Yürüyüş Yolu.
Tarihe ilginiz, doğaya sevginiz, kalabalık gruplara uyumunuz, yorgunluk ve doğabilecek aksaklıklara tahammülünüz, bir kaç gün de boş vaktiniz varsa; antik çağın yol güzergahlarını adımlamak, geçmişin izlerini takip ederek kendiniz ve tabiatla baş başa kalmak bu boş vakti değerlendirmek için mükemmel bir seçenek.
Uzun zamandır aklımdan hep geçirdiğim, fakat zorlu coğrafyası nedeniyle uzun soluklu yürüyüşe pek cesaret edemediğim Likya bölgesinin en zevkli ve yürümesi bana göre kısmen daha kolay olan Kaş-Demre etabını tercih ettim adımlamak için.
Likya kentleri her biri birbirini gören bir tepe üzerinde yükseliyor. Bu nedenle dönemi içinde haberleşmeleri ve komşu kente yapılan saldırıları görmeleri daha kolay. Hal böyle olunca da bir kentten diğerine ulaşmak için sürekli bir tırmanış ve inişle zorlu bir yolculuk yapmak gerekli.
Likya yürüyüş yolunda, Kaş- Demre etabını seçmemdeki en önemli etken, karadan ulaşımı olmayan Aperlai kentine gidebilmenin ve orada konaklayabilmenin cazibesi oldu.
Ülkenin farklı kentlerinden gelenlerin katılımıyla oluşan 170 kişiden oluşan kalabalık bir grupla yapılan yürüyüşe, İzmir'den, 20 kişilik ekibin bir parçası olarak katıldım. Kaş yakınlarında Büyük Çakıl Plajında verilen startla beraber başlayan yürüyüş, Likya'nın engebeli ve taşlık arazisinde kimi zaman ağaçların, kimi zaman büyük kayaların içinde lakin her daim muhteşem bir manzara eşliğinde bizim ekip için üç, grubun programına tam katılanlar için dört gün sürdü.
Yürüyüşün başlamasıyla birlikte, dar bir patikada, taşlı yollarda öndeki gruptan kopmamak, arkadan gelenlerin yolunu kapatmamak gayretiyle, başlangıçta gözlerim yerdeki taşlara, tempoyu yakalamaya odaklanmışken; düşüncelerim ve dikkatim yavaş yavaş yürüdüğüm coğrafyanın geçmişine kayıyor.
Arada bir başımı kaldırdığımda uzanıp giden kayalar, önüme bakınca ayaklarımın altında kesintisiz devam eden irili ufaklı taşlardan oluşan yollar, Likyalıların taşlardan oluşan yaşam alanları ve kayalara işlenmiş mezarlarını daha iyi anlamamı sağlıyor. Taşların arasında sıkışmış kırmızı toprak bir görünüp bir kayboluyor.
Belli ki bu coğrafyada toprağı işleyip konutlar ve mezarlar yapmaktansa, taşları işlemek çok daha kolay.
Hafif meyilli tırmanış ve inişler insanda bir süre sonra heyecanlı bir beklentiye dönüşüyor. Her inişte yemyeşil tepelerin arasına saklanmış gibi aniden karşımıza çıkan denizin muhteşem maviliği ve manzaranın olağanüstü güzelliği ile mest oluyorum.
Bir yanda kayalara işlenmiş mezarlarla tarihi, diğer yanda uzanıp giden denizi arasında bakışlarımı nereye çevireceğimin şaşkınlığını yaşıyorum ve diyorum ki Apollon gibi sanata ve estetik güzelliğe hükmeden bir tanrı ancak bu coğrafyanın insanlarının hayal gücünden doğmuş olabilir.
Bir coğrafyanın cinsiyeti var mıdır diye düşünüyorum bir kayalıkta denizi izlerken. Bereketli topraklarıyla Ana Tanrıça Kibele'ye kaynaklık eden Anadolu kadın ise Anadolu'nun Likya bölgesini oluşturan bu coğrafyanın cinsiyeti kesinlikle erkek diyorum içimden.
Herodot Likyalılardan başka hiç bir ulusta görülmeyen bir adetlerinden bahsederken; soylarını babadan değil anadan aldıklarını söyler. Birine kimlerdensin diye sorulunca kendi adından sonra anasının adını ve onun soyunu söylediğini, özgür bir kadın yurttaşın bir köleyle aynı çatıda yaşaması durumunda yasaların doğan çocukları özgür saydığını, fakat özgür bir erkek yurdun en ileri gelenlerinden biri dahi olsa, köle bir kadınla birlikteliği durumunda doğan çocukların yurttaşlık haklarından yoksun bırakıldığını söyler.
Kadının bu bölgede hüküm süren hakimiyetine tezat, doğanın ve insanın el birliğiyle şekil verdiği kayaları, yeşil örtüyle kaplanmış art arda sıralanan yamaçları, tepelerin ve kayaların çevrelediği mavinin her tonunu içinde barındıran deniziyle bana doğada daha dirençli olan erkeği anımsatan bu coğrafyanın efendisi erkek ise, hakimi kadın diye noktalıyorum düşüncelerimdeki tezadı.
Mustafa İşler'in Objektifinden Fakdere Koyu
Strabon'un hiç utanç verici kazanç istekleri olmadan uygar ve nezih bir bir şekilde yaşayan halk olarak tanımladığı Likyalıların bu nitelikleri taşıması belki de anaerkil düzenlerinde, kadının barışçı ve merhametli karakterinde saklıdır kim bilir..
Truva'ya savaşmaya giden Likya'lılar kahramanca savaşırlar ve Skylakeus dışında hepsi savaş meydanlarında ölür. Savaş bitip Truva düşünce yurduna dönen Skylakeus'a kocalarını soran Likyalı kadınlar, hepsinin öldüğü cevabını alınca, onu taşlayarak öldürürler. Bunun üzerine Zeus Skaylakeus'un tanrılaştırılmasını buyrur. Likyalı kadınların öfkelerinin de hakimiyetleri kadar güçlü olduğu sonucuna varıyorum bu efsaneyi hatırlayınca.
İlk gece konaklamamız planlanan alanda 90 kişilik bir grup tarafından kamp kurulduğunu bu nedenle 7 km lik bir tırmanışla Boğazcık köyüne gideceğimizi öğrenmek taşlar üzerinde sekmekten yorgun düşen grupta hoşnutsuzluğa neden olsa da, deniz kenarında yer alan kamp alanından tepeye doğru tırmanışa geçiyoruz tekrar.
Taşlarda adım adım ilerlerken zihnimde hesaplamalar yapmaya başlıyorum. Antik çağda bir günlük yürüyüş mesafesine; ''durak'' veya ''konak'' anlamına gelen stathmos deniyor. Bu mesafeler değişse de ortalama 22-25 km lik yol demek. Bu durumda bir stathmosluk mesafeyi tamamlayacağız demek oluyor. Bunları düşünürken yorgunluğumu unutuyorum biraz. Bir kentten diğer kente yardıma giden askerler olduğumuzu varsayıyorum. Bu yollarda bir ordunun ilerlemesinin ne kadar güç olduğu aklıma takılıyor ve Likya'nın efsanevi kahramanı Bellerophon'la kanatlı atı Pegasus'u hatırlıyorum. Bu engebeli arazide ancak kanatlı bir at yol alabilir herhalde diyorum.
Bellerephone'a Likya kralı İabates tarafından başta; önü aslan, sırtı keçi, arkası yılan şeklindeki canavar Kimeyra'yı öldürmek olmak üzere bir dizi görev verilir. Günümüzde resimlere filmlere konu olan beyaz kanatlı at Pegasus'u evcilleştirerek onunla beraber verilen görevleri başarıyla tamamlar ve kralın kızıyla evlenir. Kral İabates'in ölümüyle de Likya kralı olur. Pegasus'la o kadar yükseklere uçar ki, Olympos'a kadar ulaşabileceğini düşünür. Bu; kibre kapılmasına ve tanrıların öfkesini üzerine çekmesine neden olur. Fazla gururlanması Zeus tarafından Pegasus'un üzerinde yükseklerde uçarken atın sırtından düşüp ölmesi yoluyla cezalandırılır.
Adımlarım kontrolümü gerektirmeyecek bir alışkanlıkla sıralanırken, düşüncelerimde de Likyanın kahramanları sıra sıra geçmeye başlıyor. Homeros'un İlyada'sında her biri Işık ülkesinin ışığını yansıtırcasına parlak, başarılı ve ideal insana yaraşır niteliklerle övgü bulan, adları Likya ile bir anılan Sarpedon, Glaukos ve Pandaros'u anlatan dizeleri hatırlamaya çalışıyorum.
Truva savaşına Bellerophone'nun torunu, Zeus'un oğlu Sarpedon bir grup Likyalı yoldaşıyla katılarak yiğitçe dövüşür ve Homeros'un dizelerinde kahramanlıkları övgüyle anılır. Savaş meydanlarında öyle yiğitçe koşturur ki yeri geldiğinde Hektor'u bile yeterli gayreti göstermediği için azarlar. Akilleus'un arkadaşı Patraklos tarafından savaşta öldürülünce, Zeus oğlunun cesedini savaş alanından çıkarması için Apollon'a şu dizelerle seslenir;
Sevgili Phoibos (Apollon) hadi git şimdi,
al götür Sarpedon'u kargı yağmurunun altından,
sil gövdesinden kara kanı, götür uzaklara, ırmağın sularında onu yıka.
Tanrı merhemi sür gövdesine, tanrısal rubalar giydir.
Hızlı kılavuzlara ver götürsünler Sarpedon'u,
ver ikiz tanrılara, Uyku'yla Ölüm'ün eline,
çabuk götürüp bıraksınlar semiz Likya toprağına,
kardeşleri, akrabaları onu orada gömer, bir mezara, yazılı taşın altına.
Ölümlülere gösterilecek saygı işte bu.
Aperlai'de kaya mezarları arasında denize doğru inerken Sarpedon için söylenen bu
dizeleri düşünüyorum bir taraftan. Bu etabı yürümemde etkisi büyük olan olağanüstü güzellikte ki Aperlai'yi yukarıdan izliyorum zevkle.
Mor rengi, renkler dünyasına katan, üstelik de bu renge zenginliğin son noktası unvanını verdiren kent Aperlai. Deniz kabuklarından elde edilen mor renk dönemi içinde sadece Romalı asiller tarafından kullanıldığı için sonraki yıllarda da asalet ve hanedanlığın temsili rengi olarak devam etmiş.
İki tepe arasında, bir km' ye yakın uzaklıkta dar bir boğaza hakim tepelerden kuzeydeki yamaca kurulmuş bir kent Aperlai. Boğazın her iki ucu da denize açılıyor ve kent adını Luwi dilinde ''Akarsu Boğazı'' anlamına gelen coğrafi özelliğinden almış zaten.
İlk gün yaptığımız zorlu ve uzun yürüyüşün ardından Aperlai'ye olan mesafenin iyice azalması sonucu, kısa bir yürüyüşle oldukça erken bir saatte ulaşıyoruz bu kente. Böylece burada denize girmek ve etrafa göz atmak için zaman kazanmış olmaktan epey mutlu oluyorum.
Kamp kurduğumuz alan boğazın bir tarafında, akşam yemeği ve kahvaltı yapacağımız Mor Ev diğer tarafta olunca bu bir km'lik yolu 4-5 kez arşınlıyoruz doğal olarak. Karadan ulaşım olmayan bu kentin zamanında göçlere neden olup olmadığı takılıyor aklıma.
Homeros, Truva savaşının Likya'lı kahramanlarından Pandaros'tan bahsederken onu, Likya'dan İda dağının eteklerinde Zeleia (Balıkesir-Gönen-Sarıköy Beldesi) kentine yerleşmiş Likyalı olarak anlatır.
Ok atmakta usta olan Pandaros, Menelaos ile Paris'in teke tek savaşında, Paris'in yenileceğini farkedince kuralları bozar ve Menelaos'u attığı okla yaralar.
Oku arka kanatlarından, kirişinden tuttu,
yaklaştırdı kirişi memesine, demiri yaya.
Yusyuvarlak gerilince gıcırdadı koca yay.
Kiriş inledi, sivri ok fırladı birden,
uçtu kalabalığa doğru, vınlaya vınlaya.
Pandaros'un savaşta Diomedes tarafından kargı ile öldürülmesi ise savaşa yaya olarak arabasız katılmasına bağlanır. Atlarına savaş meydanında yem veremeyeceğini düşünerek getirmeyen Pandaros ölürken hayıflanır sadece yayı ve oku ile gelip atlarını ve arabasını getirmediğine.
Mor Evde hızlıca yenilen akşam yemeğinden sonra kamp yerimizde yakılan ateşin etrafını keyifli bir sohbet, üzerini ise tencerede kaynayan sıcak şarap süslüyor.
Gezi boyunca idolümüz; dağ maratonu şampiyonu olan, 45 km lik mesafeyi dağlarda 3.5 saatte koşan, Hafize Yiğit'in 63'lük delikanlı abisi İbrahim Yiğit oluyor. Ne yediği, nasıl yaşadığı, yıllara meydan okuyup bu yaşta bizlerin yürümekte zorlandığı dağlarda nasıl koştuğu sorularına cevap istiyoruz sürekli.
Dönemlerinde hızlı yol almalarıyla ün salan Pers habercilerinin 2700 km'lik Kral Yolunu yedi günde katetmelerine duyduğum şaşkınlık da geçiyor İbrahim Yiğit'i tanıyınca. Bu mesafeyi kimi zaman atlarla, atların yol alamadığı yerleri de koşarak geçmiş olabileceklerini düşünüp oldukça makul buluyorum yedi günlük süreyi.
Yürüyüş süresince karşılaştığımız, binlerce yıl bu coğrafyada insanlara yoldaşlık edip ihtiyaçlarını karşılayan bölgenin yerleşik sakinlerinden keçileri görünce gülümsüyorum. Pers kralı Kserkes'in Atina'ya karşı düzenlediği sefere 50 gemi ile katılan Likya'lı askerleri anlatan Herodot; Göğüslük ve dizlik giydiklerini, kızılcık ağacından yayları, dikensiz kamış okları ve mızrakları olduğunu, omuzlarına keçi postu atıp, başlarına çepeçevre tüyler takılı keçe başlıklar geçirdiklerini, ayrıca kılıç ve hançer taşıdıklarını söylüyor.
Keçinin Likyalılarının yaşamlarında yerinin büyük olduğunu düşünüyorum giyim kuşamlarını anlatan sözleri hatırlayınca. Likya bölgesinin kapsadığı alanın, günümüzde Teke Yarımadası ismini alma nedeninin Anadolu Selçuklu Devleti döneminde bölgeye getirilip yerleştirilen Teke Boyu olmasına rağmen keçilerin bolluğu nedeniyle ismi keçilerle özdeşleştirmek daha eğlenceli geliyor bana.
Yürüyüşün üçüncü gününde, Üçağız'a doğru yol alırken önümde gözleri bastıkları yere odaklanmış düşünceler içinde ilerleyen grup üyelerine takılıyor aklım. İnsana uzun uzun düşünme imkanı sunan bu doğa yürüyüşünde ne tür düşüncelerle ilerlediklerini merak ediyorum.
Grubun kalabalık olması rehberlik hizmetinin yetersiz kalmasına neden oluyor. İzmir Zirve Dağcılığın organizasyon ve rehberlikte usta üyesi Hafize Yiğit'in yanımızda olmasını büyük bir şans olarak kabul ediyorum ben de.
Sürekli olarak ekibindeki arkadaşlarını kontrol eden, gruptan kopunca yolu gösteren, geride kalanları bekleyip toparlayan Hafize Hanımın bir kez daha bu işteki becerisini takdir ederek hakkını teslim ediyorum.
Üçağız köyüne ulaşınca yapılacak tekne gezintisine kadar köyün içinde yer alan Theimussa antik kentine ait kalıntılar arasında bir geziye çıkıyoruz.
Pers komutanı Harpagos'a karşı Likyalıların direnişlerini, evlerini, kadınlarını ve çocuklarını ateşe verişlerini düşünüyorum denizin hemen kenarında yer alan nekropolü gezerken, Ksantos'lu hemşehrilerinin kaderini buradakiler de yaşamış mıdır bilinmez ama, bir bütün olarak görüyorum Likya kentlerini ben. Ksantos'da ele geçen kil tablet üzerindeki yazıtın ilk dizeleri yankılanıyor kulaklarımda.
Evlerimizi mezar yaptık mezarlarımızı ev.
Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız.
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik.
Suların altında kaldık gelip buldular bizi
Yakıp yıktılar, yağmaladılar bizi
Üçağızda bindiğimiz tekneler batık kent Dolichiste'ye (Kekova) doğru yol alıyor. Dolichiste'nin suyun altında ve üzerinde kalan kalıntılarını izlerken garip bir hüzne kapılıyor insan. Taşıdığımız can kadar, sahip olduklarımızın da ne kadar geçici olduğunu adeta gözümüze sokarak uzanıp gidiyor batık kent Kekova ya da Dolichiste.
Truva'da Sarpedon'la beraber Likyalılara komuta eden Glaukos'un savaş meydanında Aka ordusundan Tydeus oğlu Diomedes'le teke tek savaşırken bir diyalog geçer aralarında. Diomedes karşısında tanrısal bir duruşa ve ışığa sahip bu kahramanı görünce, içine bir kuşku düşer acaba tanrı mıdır diye. Diomedes'in kavgaya ara vererek kim olduğunu sorması ve Homeros'un Glaukos'un ağzından söylediği dizeler geçiyor aklımdan yitik kente bakarken;
Ulu canlı Tydeus oğlu, soyumu ne sorarsın?
Yapraklar gibidir insan soyu.
Bir yandan bakarsın rüzgar onları döker yere,
bir yandan bakarsın bahar gelir,
yenileri yetişir, yeşerir orman,
böylece soyların biri göçer biri doğar.
Kekova'yı arkamıza alıp Likya bölgesinin doğa ve tarihle bütünleşerek muhteşem bir güzellik sergileyen, Simena antik kentini içinde barındıran Kaleköy'e ulaşıyoruz
Bir kısmı suların altında, bir bölümü üzerinde olan Simena, Kaleköy'le bütünleşmiş. İlk bakışta antik bir kentte misiniz, yoksa geçmişten günümüze kopup gelmiş bir yerleşimde mi anlaşılmakta güçlük çekiliyor.
Ksantos yazıtının son dizeleriyle seyre dalıyorum, kentin su altında görünmez olan bölümünü ve suyun üzerinde zamana meydan okuyan lahitin suya düşen aksini.
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna
Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna
Toplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride.
Likya halkı gerçek bir ateş bıraktı geride belki ama, bu son satırlar bizim dilimizde hala dolanıyor. Zamanlı zamansız dünyadan göçenler geride kalan sevenlerinin yüreğinde bir ateş bırakarak ayrılıyorlar.
İzlerini bırakarak yitip giden geçmişimizle, hala varlığını sürdüren sahip olduğumuz güzelliklerimizin bir esintisi gibi olan bu geziden bir hafta sonra arkadaşımız Hafize'nin abisini kaybettiğini öğrendim. Önce kaybının maratoncu abisi olduğunu sanıp şaşkınlıkla donup kaldım. İlk aklıma gelen ''Kesin nazar değdi'' oldu fakat kaybettiği diğer abisiymiş.
Sevgili Hafize'ye ve yakınlarına,abisinin giderken sevenlerinin yüreğinde bıraktığı ateşi söndürüp küllendirebilecek sabır ve metaneti bulmalarını diliyor ve bu yazıyı Hafize ile kaybettiği abisine ithaf ederek noktalıyorum.
Başı sağ olsun...
Grupta yer alan İzmir Zirve Dağcılık'dan Fatih Kutluer; neşesi, enerjisi ve dağcılıkta ki deneyimi ile, her sabah Üstün Dökmen'in Günaydın adlı şiirini hep beraber seslendirmemize öncülük ederek, ekibin yürüyüşe coşku ile başlamasını, doğayla kucaklaşıp onun bir parçası olduğumuzu hissetmemizi sağladı.
Onun bizlerde yarattığı neşe ve coşkuyu, doğa severlere ulaştırmak için, bu videoyu paylaşmayı istedim ben de, büyük bir zevkle...
Yürüyüşe katılanların objektiflerine takılanlar
Bu eser Creative Commons Alıntı 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. Bu yazının tüm hakları yazara aittir. Kaynak göstermeden kopyalanamaz ve alıntı yapılamaz.
Tarihe ilginiz, doğaya sevginiz, kalabalık gruplara uyumunuz, yorgunluk ve doğabilecek aksaklıklara tahammülünüz, bir kaç gün de boş vaktiniz varsa; antik çağın yol güzergahlarını adımlamak, geçmişin izlerini takip ederek kendiniz ve tabiatla baş başa kalmak bu boş vakti değerlendirmek için mükemmel bir seçenek.
Likya kentleri her biri birbirini gören bir tepe üzerinde yükseliyor. Bu nedenle dönemi içinde haberleşmeleri ve komşu kente yapılan saldırıları görmeleri daha kolay. Hal böyle olunca da bir kentten diğerine ulaşmak için sürekli bir tırmanış ve inişle zorlu bir yolculuk yapmak gerekli.
Ülkenin farklı kentlerinden gelenlerin katılımıyla oluşan 170 kişiden oluşan kalabalık bir grupla yapılan yürüyüşe, İzmir'den, 20 kişilik ekibin bir parçası olarak katıldım. Kaş yakınlarında Büyük Çakıl Plajında verilen startla beraber başlayan yürüyüş, Likya'nın engebeli ve taşlık arazisinde kimi zaman ağaçların, kimi zaman büyük kayaların içinde lakin her daim muhteşem bir manzara eşliğinde bizim ekip için üç, grubun programına tam katılanlar için dört gün sürdü.
Arada bir başımı kaldırdığımda uzanıp giden kayalar, önüme bakınca ayaklarımın altında kesintisiz devam eden irili ufaklı taşlardan oluşan yollar, Likyalıların taşlardan oluşan yaşam alanları ve kayalara işlenmiş mezarlarını daha iyi anlamamı sağlıyor. Taşların arasında sıkışmış kırmızı toprak bir görünüp bir kayboluyor.
Belli ki bu coğrafyada toprağı işleyip konutlar ve mezarlar yapmaktansa, taşları işlemek çok daha kolay.
Hafif meyilli tırmanış ve inişler insanda bir süre sonra heyecanlı bir beklentiye dönüşüyor. Her inişte yemyeşil tepelerin arasına saklanmış gibi aniden karşımıza çıkan denizin muhteşem maviliği ve manzaranın olağanüstü güzelliği ile mest oluyorum.
Bir yanda kayalara işlenmiş mezarlarla tarihi, diğer yanda uzanıp giden denizi arasında bakışlarımı nereye çevireceğimin şaşkınlığını yaşıyorum ve diyorum ki Apollon gibi sanata ve estetik güzelliğe hükmeden bir tanrı ancak bu coğrafyanın insanlarının hayal gücünden doğmuş olabilir.
Herodot Likyalılardan başka hiç bir ulusta görülmeyen bir adetlerinden bahsederken; soylarını babadan değil anadan aldıklarını söyler. Birine kimlerdensin diye sorulunca kendi adından sonra anasının adını ve onun soyunu söylediğini, özgür bir kadın yurttaşın bir köleyle aynı çatıda yaşaması durumunda yasaların doğan çocukları özgür saydığını, fakat özgür bir erkek yurdun en ileri gelenlerinden biri dahi olsa, köle bir kadınla birlikteliği durumunda doğan çocukların yurttaşlık haklarından yoksun bırakıldığını söyler.
Kadının bu bölgede hüküm süren hakimiyetine tezat, doğanın ve insanın el birliğiyle şekil verdiği kayaları, yeşil örtüyle kaplanmış art arda sıralanan yamaçları, tepelerin ve kayaların çevrelediği mavinin her tonunu içinde barındıran deniziyle bana doğada daha dirençli olan erkeği anımsatan bu coğrafyanın efendisi erkek ise, hakimi kadın diye noktalıyorum düşüncelerimdeki tezadı.
Strabon'un hiç utanç verici kazanç istekleri olmadan uygar ve nezih bir bir şekilde yaşayan halk olarak tanımladığı Likyalıların bu nitelikleri taşıması belki de anaerkil düzenlerinde, kadının barışçı ve merhametli karakterinde saklıdır kim bilir..
Truva'ya savaşmaya giden Likya'lılar kahramanca savaşırlar ve Skylakeus dışında hepsi savaş meydanlarında ölür. Savaş bitip Truva düşünce yurduna dönen Skylakeus'a kocalarını soran Likyalı kadınlar, hepsinin öldüğü cevabını alınca, onu taşlayarak öldürürler. Bunun üzerine Zeus Skaylakeus'un tanrılaştırılmasını buyrur. Likyalı kadınların öfkelerinin de hakimiyetleri kadar güçlü olduğu sonucuna varıyorum bu efsaneyi hatırlayınca.
İlk gece konaklamamız planlanan alanda 90 kişilik bir grup tarafından kamp kurulduğunu bu nedenle 7 km lik bir tırmanışla Boğazcık köyüne gideceğimizi öğrenmek taşlar üzerinde sekmekten yorgun düşen grupta hoşnutsuzluğa neden olsa da, deniz kenarında yer alan kamp alanından tepeye doğru tırmanışa geçiyoruz tekrar.
Bellerephone'a Likya kralı İabates tarafından başta; önü aslan, sırtı keçi, arkası yılan şeklindeki canavar Kimeyra'yı öldürmek olmak üzere bir dizi görev verilir. Günümüzde resimlere filmlere konu olan beyaz kanatlı at Pegasus'u evcilleştirerek onunla beraber verilen görevleri başarıyla tamamlar ve kralın kızıyla evlenir. Kral İabates'in ölümüyle de Likya kralı olur. Pegasus'la o kadar yükseklere uçar ki, Olympos'a kadar ulaşabileceğini düşünür. Bu; kibre kapılmasına ve tanrıların öfkesini üzerine çekmesine neden olur. Fazla gururlanması Zeus tarafından Pegasus'un üzerinde yükseklerde uçarken atın sırtından düşüp ölmesi yoluyla cezalandırılır.
Truva savaşına Bellerophone'nun torunu, Zeus'un oğlu Sarpedon bir grup Likyalı yoldaşıyla katılarak yiğitçe dövüşür ve Homeros'un dizelerinde kahramanlıkları övgüyle anılır. Savaş meydanlarında öyle yiğitçe koşturur ki yeri geldiğinde Hektor'u bile yeterli gayreti göstermediği için azarlar. Akilleus'un arkadaşı Patraklos tarafından savaşta öldürülünce, Zeus oğlunun cesedini savaş alanından çıkarması için Apollon'a şu dizelerle seslenir;
Sevgili Phoibos (Apollon) hadi git şimdi,
al götür Sarpedon'u kargı yağmurunun altından,
sil gövdesinden kara kanı, götür uzaklara, ırmağın sularında onu yıka.
Tanrı merhemi sür gövdesine, tanrısal rubalar giydir.
Hızlı kılavuzlara ver götürsünler Sarpedon'u,
ver ikiz tanrılara, Uyku'yla Ölüm'ün eline,
çabuk götürüp bıraksınlar semiz Likya toprağına,
kardeşleri, akrabaları onu orada gömer, bir mezara, yazılı taşın altına.
Ölümlülere gösterilecek saygı işte bu.
dizeleri düşünüyorum bir taraftan. Bu etabı yürümemde etkisi büyük olan olağanüstü güzellikte ki Aperlai'yi yukarıdan izliyorum zevkle.
Mor rengi, renkler dünyasına katan, üstelik de bu renge zenginliğin son noktası unvanını verdiren kent Aperlai. Deniz kabuklarından elde edilen mor renk dönemi içinde sadece Romalı asiller tarafından kullanıldığı için sonraki yıllarda da asalet ve hanedanlığın temsili rengi olarak devam etmiş.
İki tepe arasında, bir km' ye yakın uzaklıkta dar bir boğaza hakim tepelerden kuzeydeki yamaca kurulmuş bir kent Aperlai. Boğazın her iki ucu da denize açılıyor ve kent adını Luwi dilinde ''Akarsu Boğazı'' anlamına gelen coğrafi özelliğinden almış zaten.
İlk gün yaptığımız zorlu ve uzun yürüyüşün ardından Aperlai'ye olan mesafenin iyice azalması sonucu, kısa bir yürüyüşle oldukça erken bir saatte ulaşıyoruz bu kente. Böylece burada denize girmek ve etrafa göz atmak için zaman kazanmış olmaktan epey mutlu oluyorum.
Kamp kurduğumuz alan boğazın bir tarafında, akşam yemeği ve kahvaltı yapacağımız Mor Ev diğer tarafta olunca bu bir km'lik yolu 4-5 kez arşınlıyoruz doğal olarak. Karadan ulaşım olmayan bu kentin zamanında göçlere neden olup olmadığı takılıyor aklıma.
Homeros, Truva savaşının Likya'lı kahramanlarından Pandaros'tan bahsederken onu, Likya'dan İda dağının eteklerinde Zeleia (Balıkesir-Gönen-Sarıköy Beldesi) kentine yerleşmiş Likyalı olarak anlatır.
Ok atmakta usta olan Pandaros, Menelaos ile Paris'in teke tek savaşında, Paris'in yenileceğini farkedince kuralları bozar ve Menelaos'u attığı okla yaralar.
Oku arka kanatlarından, kirişinden tuttu,
yaklaştırdı kirişi memesine, demiri yaya.
Yusyuvarlak gerilince gıcırdadı koca yay.
Kiriş inledi, sivri ok fırladı birden,
uçtu kalabalığa doğru, vınlaya vınlaya.
Pandaros'un savaşta Diomedes tarafından kargı ile öldürülmesi ise savaşa yaya olarak arabasız katılmasına bağlanır. Atlarına savaş meydanında yem veremeyeceğini düşünerek getirmeyen Pandaros ölürken hayıflanır sadece yayı ve oku ile gelip atlarını ve arabasını getirmediğine.
Gezi boyunca idolümüz; dağ maratonu şampiyonu olan, 45 km lik mesafeyi dağlarda 3.5 saatte koşan, Hafize Yiğit'in 63'lük delikanlı abisi İbrahim Yiğit oluyor. Ne yediği, nasıl yaşadığı, yıllara meydan okuyup bu yaşta bizlerin yürümekte zorlandığı dağlarda nasıl koştuğu sorularına cevap istiyoruz sürekli.
Dönemlerinde hızlı yol almalarıyla ün salan Pers habercilerinin 2700 km'lik Kral Yolunu yedi günde katetmelerine duyduğum şaşkınlık da geçiyor İbrahim Yiğit'i tanıyınca. Bu mesafeyi kimi zaman atlarla, atların yol alamadığı yerleri de koşarak geçmiş olabileceklerini düşünüp oldukça makul buluyorum yedi günlük süreyi.
Keçinin Likyalılarının yaşamlarında yerinin büyük olduğunu düşünüyorum giyim kuşamlarını anlatan sözleri hatırlayınca. Likya bölgesinin kapsadığı alanın, günümüzde Teke Yarımadası ismini alma nedeninin Anadolu Selçuklu Devleti döneminde bölgeye getirilip yerleştirilen Teke Boyu olmasına rağmen keçilerin bolluğu nedeniyle ismi keçilerle özdeşleştirmek daha eğlenceli geliyor bana.
Grubun kalabalık olması rehberlik hizmetinin yetersiz kalmasına neden oluyor. İzmir Zirve Dağcılığın organizasyon ve rehberlikte usta üyesi Hafize Yiğit'in yanımızda olmasını büyük bir şans olarak kabul ediyorum ben de.
Sürekli olarak ekibindeki arkadaşlarını kontrol eden, gruptan kopunca yolu gösteren, geride kalanları bekleyip toparlayan Hafize Hanımın bir kez daha bu işteki becerisini takdir ederek hakkını teslim ediyorum.
Pers komutanı Harpagos'a karşı Likyalıların direnişlerini, evlerini, kadınlarını ve çocuklarını ateşe verişlerini düşünüyorum denizin hemen kenarında yer alan nekropolü gezerken, Ksantos'lu hemşehrilerinin kaderini buradakiler de yaşamış mıdır bilinmez ama, bir bütün olarak görüyorum Likya kentlerini ben. Ksantos'da ele geçen kil tablet üzerindeki yazıtın ilk dizeleri yankılanıyor kulaklarımda.
Evlerimizi mezar yaptık mezarlarımızı ev.
Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız.
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik.
Suların altında kaldık gelip buldular bizi
Yakıp yıktılar, yağmaladılar bizi
Üçağızda bindiğimiz tekneler batık kent Dolichiste'ye (Kekova) doğru yol alıyor. Dolichiste'nin suyun altında ve üzerinde kalan kalıntılarını izlerken garip bir hüzne kapılıyor insan. Taşıdığımız can kadar, sahip olduklarımızın da ne kadar geçici olduğunu adeta gözümüze sokarak uzanıp gidiyor batık kent Kekova ya da Dolichiste.
Truva'da Sarpedon'la beraber Likyalılara komuta eden Glaukos'un savaş meydanında Aka ordusundan Tydeus oğlu Diomedes'le teke tek savaşırken bir diyalog geçer aralarında. Diomedes karşısında tanrısal bir duruşa ve ışığa sahip bu kahramanı görünce, içine bir kuşku düşer acaba tanrı mıdır diye. Diomedes'in kavgaya ara vererek kim olduğunu sorması ve Homeros'un Glaukos'un ağzından söylediği dizeler geçiyor aklımdan yitik kente bakarken;
Ulu canlı Tydeus oğlu, soyumu ne sorarsın?
Yapraklar gibidir insan soyu.
Bir yandan bakarsın rüzgar onları döker yere,
bir yandan bakarsın bahar gelir,
yenileri yetişir, yeşerir orman,
böylece soyların biri göçer biri doğar.
Bir kısmı suların altında, bir bölümü üzerinde olan Simena, Kaleköy'le bütünleşmiş. İlk bakışta antik bir kentte misiniz, yoksa geçmişten günümüze kopup gelmiş bir yerleşimde mi anlaşılmakta güçlük çekiliyor.
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna
Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna
Toplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride.
Likya halkı gerçek bir ateş bıraktı geride belki ama, bu son satırlar bizim dilimizde hala dolanıyor. Zamanlı zamansız dünyadan göçenler geride kalan sevenlerinin yüreğinde bir ateş bırakarak ayrılıyorlar.
İzlerini bırakarak yitip giden geçmişimizle, hala varlığını sürdüren sahip olduğumuz güzelliklerimizin bir esintisi gibi olan bu geziden bir hafta sonra arkadaşımız Hafize'nin abisini kaybettiğini öğrendim. Önce kaybının maratoncu abisi olduğunu sanıp şaşkınlıkla donup kaldım. İlk aklıma gelen ''Kesin nazar değdi'' oldu fakat kaybettiği diğer abisiymiş.
Sevgili Hafize'ye ve yakınlarına,abisinin giderken sevenlerinin yüreğinde bıraktığı ateşi söndürüp küllendirebilecek sabır ve metaneti bulmalarını diliyor ve bu yazıyı Hafize ile kaybettiği abisine ithaf ederek noktalıyorum.
Başı sağ olsun...
Grupta yer alan İzmir Zirve Dağcılık'dan Fatih Kutluer; neşesi, enerjisi ve dağcılıkta ki deneyimi ile, her sabah Üstün Dökmen'in Günaydın adlı şiirini hep beraber seslendirmemize öncülük ederek, ekibin yürüyüşe coşku ile başlamasını, doğayla kucaklaşıp onun bir parçası olduğumuzu hissetmemizi sağladı.
Onun bizlerde yarattığı neşe ve coşkuyu, doğa severlere ulaştırmak için, bu videoyu paylaşmayı istedim ben de, büyük bir zevkle...
Yürüyüşe katılanların objektiflerine takılanlar
Bu eser Creative Commons Alıntı 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. Bu yazının tüm hakları yazara aittir. Kaynak göstermeden kopyalanamaz ve alıntı yapılamaz.
Kaş - Demre aslında pek kolay değildir ya özellikle Kaş çıkışı kayalardan inip çıkmak biraz zorlayabilir. Aynı günlerde beni kovduğun için Fethiye - Patara yaptım ben de :) Demre'ye kadar Myra'yı görmemek ayıp olmuş ama Likya halkına :D
YanıtlaSilÇok haklısın o kısmın eksik kalması içime oturdu zaten. Kalabalık bir ekiple gitmenin dezavantajı işte. Rehberin son gün otobüslere yetişemezsiniz uzun sürecek dediği yürüyüşün saat 15 de bittiğini duyunca, katılımcılara yaptığı bu yanıltıcı ve art niyetli açıklamaya çok öfkelendim ama olan oldu, eksik kaldı maalesef. Yürüdüğün etabın zorluk derecesi kaş-Demre'ye göre nasıl?
SilBu arada yazı çok güzel olmuş. Likya Yolu'nu anlattığım sitede (şu an saçma bir sorundan ötürü yazamasam da) Kaş- Demre arası diye direkt bu yazıya yönlendirebilirim hatta :)
SilTeşekkür ederim. O siteni biliyorum yazılarına bakmıştım. Ama senin blogunda şöyle bir sorunum var; bir yazı okuyorum sonra tekrar bakmak istesem nerededir bulamıyorum. Bir diğeri de her defasında başka bir blogdaymışım gibi oluyor artık değişikliğe bir son versen:)) Bence çok güzeldiler ve bana sorarsan devam etmen gereken yer diyebilirim. Ben o blogu yine bulamadım yönlendirsen iyi olacak:)
SilŞu an orada yazı yok. Anasayfada tüm yazılar birbirine giriyor. Tekrar sıfırdan uğraşacağım o siteyle sorunun nedenini anlarsam. voynhatti.blogspot.com adres.
SilAslında bir not defterim vardı, yol üstündeki her şeyi ( nerede su var, nereyle neresi kaç kilometre, yol üstünde evinin pansiyon yapan köylülerden bazılarının telefon numaraları vs.) not almıştım. Onu kaybetmesem iyi olurdu :(
Senin işine yarayan bir not defteri olsa başucunda dururdu. İnsanoğlu böyle işte, başkalarının yararlanacağı şeyleri unutmak ve kaybetmekte üzerine yok:))
SilBabadağ'a çıkarken 7-8 kilometre tırmanıyorsun. Alınca'ya çıkarken yine 6 km falan tırmanıyorsun. Ama öyle kaya tırmanışları değil, patikadan yürüyerek çıkıyorsun. İz konusunda sıkıntı olan yerleri de halletmişler. Alınca'dan ilk iniş tehlikeli olabilir. Sizin gibi turlar genelde orada asfalt yolu tercih ediyorlar. Bi de Gavurağılı inişin biraz tehlikeli olabilir. Biz iki sene önce gittiğimizde yeni heyelan olduğu için pek patika yoktu, iz konusunda da sıkıntı olmuştu. Bu sefer yol açılmış, izler çoğalmıştı. O yüzden bir sıkıntı yaşamadık. En kolay sınıf olarak nitelendiriliyor, kondisyon sorunu yoksa pek sıkıntı olmaz. Sürekli köylerden geçildiği için Kekova tarafındaki gibi su sorunu da yok. Hatta 3 tane market var. Birini bulursam 16-19 Mayıs'ta Patara - Kaş yapmayı düşünüyorum. Karanlık korkum olmasa tek başıma çıkacağım da işte :)
YanıtlaSilMyra'dan az daha bahsedeyim, yaranı deşeyim :D Tarihi yerlere davar bir bakış açısıyla bakarım, genelde. ''Taş, toprak işte. Yaşamışlar vaktinde'' gibi. Yani o kadar davarca :) Daha çok doğa içinde olmak için yürürüm ama beni Myra kadar çok etkileyen yer sayısı çok az.
Myra'yı biliyorum. Likya kentlerinden görmediğim kent yok denecek kadar az ama araçla dolaştım hep.Ören yerlerini görmekten öte birinden diğerine o coğrafya içinde gezinmek ve daha uzun vakit geçirmekti yürüyüşe katılma amacım. Ben Simena ile Myra arasını yürüyemediğimiz için kızgınım rehbere:))
SilGüzel bir yayın...emeğinize sağlık..Bu yürüyüşe Ankara'dan da bir grup katılmıştı sanıyorum...Bu yayından sonra anladım ki bu parkur pek zor...:)))
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Dik tırmanışları sevmeyen düz yolda yürümeyi tercih eden bana, normal bir yürüyüş gibi geldi. Diğer parkurları bilmiyorum ama kentlerin yükseklerde kurulu olduğunu bildiğim için sanki onlarda daha zor yürürüm gibi düşündüm genelde.
SilMuhteşem bir anlatım .
YanıtlaSilAnlatılacak tarih ve doğa güzel olunca, anlatana pek bir şey düşmüyor zaten:) Teşekkür ederim
SilHayran kaldım.
YanıtlaSilSık kullanılanlara ekleyeceğim.
Bu sene tatil olayı olur sa da, işte aha da tam olrak da buralara geleceğim.
Allahım ya. Nasıl bir yer oralar.
Ellerine sağlıkkk berkayyyyyyyyyyyyy :)
Afiyet olsun :P
SilDur dur berkay yazdı sandım ben bunu :)
YanıtlaSilPardon yanlış oldu :)
Sayende görmüş olduk kusuruma bakma yaa :$
:))))) Önemli olan gördüğünü beğenmiş olman; ne mutlu bu kareleri paylaşan bana :))
SilGeçen sene Likya yolunun birinci parkurunu yürümüştüm. Sizin yazınızı okuyunca kendime sadece doğada yürümüşüm dedim. Tarih ve doğa bilginizle birleşip güçlü kaleminizden yazıya dökülünce ortaya okumaya doyulamayacak bir yazı çıkmış.
YanıtlaSilBu yolları sizin gibi birinin rehberliğinde yürümek mükemmel olurdu.Elinize, yüreğinize,birikimlerinize kaleminize sağlık.
Güzel sözlerinizle onurlandırdınız teşekkür ederim Hasan Tahsin. İyi bir rehber olur muydum bilmiyorum ama, biraz tembel de olsam rehberlere zorluk çıkarmayan sessiz bir yürüyüşçü olduğum kesin:)
YanıtlaSilMüthiş bir anlatım.ben ve arkadaşlarım 22-nisan-2016 da kaş-Finike arasını yürüyeceğiz günlerdir hazırlanıyorum çok fazla yazı blog litaretür okudum.o yüzden sizin yazınızın çok fazla emek harcayarak yazıldığını görüyorum.benim belki on değişik yerde okuduklarımı hepsini sizin yazınızda görüyorum. elinize sağlık.TEŞEKKÜRLER.
YanıtlaSilOkuduklarınız beklentinizi bir parça da olsa karşıladıysa ne mutlu. Güzel bir yürüyüş olmasını temenni ederim.
SilBen başka bir soru soracağım. Uzun zamandır da görüşememiştik, n'aber? :P
YanıtlaSilDün Likya Yolu içinde olmayan Likya şehirlerini birleştireyim, kendime yeni rota çizeyim dedim, Tlos-Choma yolu gibi misal. Hala ayakta kalmış hangi şehirler var? Şimdi yolu Arsada'ya da sokayım diyorum mesela ama 3-5 taş var mesela. Bi' de bu Choma nerede Google Earth'ten baktım baktım göremedim :D
Merhaba. Alternatif yollara başladığına göre Likya Yolu'nu tamamladın anlaşılan :)) Choma Kaş'tan Elmalı'ya giderken yaklaşık 80 km sonra Sarılar ve ardından Hacımusalar köyü var. Sarılar biraz ana yoldan içeride kalıyor, Hacımusalar yol üzerinde. Bu iki köyün yakınlarında höyüğü görebilirsin. Kolay gelsin :)
Sil