Ününü sağır sultanın duyduğu, daracık otantik sokaklarında turist yoğunluğundan yürümenin zorlaştığı, arada bir tertemiz havasını solumak ve güzel şaraplarından tatmak için gittiğimiz günümüzde artık Selçuk ilçesine bağlı bir mahalle olan Şirince Köyü son gezimde bambaşka duygular uyandırdı bende.
Bir zamanlar aynı ölçüde bol sayıda pencerelerin cephelerini süslediği, her birinin aynı yöne bakıp aynı manzarayı izlediği zarif beyaz evlerin doğayla kaynaşıp görsel bir ziyafet sunduğu bu şirin mi şirin köyü izlerken içimi saran hayranlığın yerini büyük bir hüzün kaplıyor bu gezide.
Daha önceki ziyaretlerde aldığım hazzı alamıyorum son ziyaretimde. Ülkemizin son günlerde içinde bulunduğu durum, yüz yıl önce 1800 haneli 5000 nüfuslu bir köyün yüz yıl sonra 200 hane ve 500-600 nüfusa ev sahipliği yapmasına neden olan olayları düşündürüyor bana.
Verimli ovası, bir zamanlar Efes kentine yaşam kaynağı olan çok tanrılı dinlerde Kibele'den Artemis'e; hristiyanlıkla beraber Meryemana'ya hayat verip kutsallık kazanan suları, tarih boyunca kaliteli şaraplar ürettiği bağları, zeytin ve incir ağaçlarıyla zenginlik, barış ve hoşgörünün hüküm sürdüğü güzel Şirince'nin akıbeti Diyarbakır'ın Sur'uyla özdeşleşiyor gözümde.
Balkanlarda patlak veren savaştan sonra köye gelen Rum göçmenlerin köyün yerli Rum halkını kışkırtmasıyla birinci dünya savaşıyla beraber bir zamanlar omuz omuza yaşadıkları Türklerle çatışmaya başlar köy halkı.
Aynı tastan yemek yiyip, aynı bağın üzümünden şarap içen, bir gün önce kardeş bir gün sonra düşman olan halkı ve yaşanan kıyımları, ölümleri hatırlatıyor bu kez bu güzel köy bana. Türk ordusunda silah altına alınan, ordudan firar edip Yunan saflarına katılan Rum vatandaşlar akan kanlar, giden canlar.
Savaşın sona ermesiyle 1923 yılında Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi ile doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalanların evlerini, yine içlerinde kocaman bir özlemle Yunanistan'dan Kavala'dan kendi yurtlarından kopup gelen Türkler doldurur. Gidenler acılıdır, yerlerine gelenler de öyle. Kırkınca olan köyün adı söylemesi zor gelince; gelenler tarafından Çirkince olarak söylenmeye başlar.
Her köyün kendi hikayesi olduğu gibi bu köyün de başka pek çok köye benzeyen bir hikayesi, fakat hiç bir köye benzemeyen bir marşı var. 1930 yılında dönemin valisi Kazım Dirik köyü ziyarete gelince bir köy marşıyla karşılanır. Köy marşını yazıp besteleyen ise köyün öğretmeni Suat Bey'dir.
Üç kıtadan oluşan marşın daha sonra Kazım Dirik'in köyün ismini Şirince olarak değiştirmesine neden olan iki kıtası şöyle:
Köyümüz şeref saçar yaylaların üstüne
Küme küme kuş uçar tarlaların üstüne
Soğuk kaynak suları şırıl şırıl şırıldar
Söğütlerin dalları sulara gölge yapar
Kaval ile çobanlar dağdan dağa seslenir
Sürü sürü koyunlar yamaçlarda beslenir
Kimdir diyen acaba bu yerlere Çirkince
Biz diyelim köyümüze daima Şirince
Kurtuluş savaşı sonrası mübadelede Yunanistan'a göç edenlerin arasında 1909 Aydın doğumlu bir gazeteci yazar da vardır. Yaşanan acıları, Şirince köyünden göçen Manoli'nin hayatını, yaşadıkları ve özlemini ''Kanlı Topraklar'' adlı kitabında anlatır Dido Sotiriyu.
Dilimize ''Benden Selam Söyleyin Anadoluya'' adıyla çevrilen savaş yıllarını ve sonrasını anlatan kitabı okumak günümüzde geçmişin kopyasını yaşadığımız hissini uyandırır insana. Yazarın kaleminden dökülenler günümüzde yaşananlarının özeti gibidir. İsimler ve etnik köken denen illet farklı oyun aynı oyundur. Bakın nasıl özetliyor çekilen acıları ve sebeplerini Dido Sotiriyu:
''Küçük Asya seferi şart mıydı? O güzelim gençliğimizi tuzağa düşürdüler. Burada...Anadolu'nun göbeğinde...Güneşi gece yarısı aramak boşunadır. Manoli! İtilaf devletleri doğu meselesini kendi çıkarlarına en uygun şekilde ayarladığından beri yani kapitalistler Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasını önlemeye karar verdiği andan itibaren bizim Küçük Asya'daki davamız, ana rahminde ölmüş çocuktan farksızdır. Yunanistan'ın rahminde...Bizi Küçük Asya'ya binbir vaatle göndertmiş olanlar şimdi bize: ''Hoşt köpek!'' diyor anlıyor musun?
Ama Aksiyotis'in yüreği paramparçaymış, ama Kırmızıdis'in gözleri kör olmuş, Stepan öksüz kalmış...Umurlarında bile değildir. Yabancı sermaye kendi çıkarını hesaplar yalnız! Merhamet ve adalet beklemeyeceksin ondan. Temsilcileri Londra ve Paris'teki bürolarına kurulup haritayı yayarlar önlerine, şöyle bir göz atarlar ve eğer çıkarları tehlikeye girmişse, kendi kaderlerini kendi tayin etme hakkını hatırlatırlar halkların, hürriyet ve bağımsızlık aşığı kesilirler. Ama çıkarları öyle gerektirdiği vakit de; kırmızı kalemi alıp yeni bir çizgi çekerler haritanın üzerine, güzelim memleketleri ve koskoca halkları siler geçerler...Kırmızı kalem şimdi bizim üzerimizde Monali! Yunanistan'dan istediklerini bedavaya elde ettiler ve onların sıkmış olduğu portakalın suyunu bugün Kemal içiyor... Bütün bunların altında gizlenen şey nedir biliyor musun Aksiyotis? Petrol, kömür, demir, krom... Yani Anadolu'nun el değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel!
Ah dostum ah! Büyüklerin okşayacağı tutar adamı, küçüksen güvenmeyeceksin onlara... Çünkü çıkarları çatışır durmadan, kendi aralarında da anlaşma yoktur. Her biri kendi kanadının altında kalalım ister, zamanı gelince kullanmak için.. Bir kez yakanı kaptırdın mı, elini uzatır kolunu kurtaramaz hale düşersin; varını yoğunu alırlar.''
Böyle anlatıyor 700 yıl bir arada yaşamış halkların birbirine nasıl düşman edildiğini oyunun hem oyuncusu, hem seyircisi olmuş bir kişi. Dido Sotiriyu'nun anlattığı 100 yıl önce Anadolu'da tezgahlanan oyun ve bu oyundan sonra çekilen acılar gözlerimizin önünde yine sahnede. Sahne aynı sahne, oyuncular yine yüzyıllardır kardeşiz diyen iç içe geçmiş topluluğun parçaları, acılar aynı acı, ölenler genç, yaşlı çoluk çocuk bu toprağın insanları.
Çığlıklar atası geliyor insanın nasıl bu kadar kör nasıl bu kadar sağır olabilir insanoğlu diye. Yasalar önünde herkesin eşit olduğu bir ülkede, yasalarla çözülemeyecek, verilemeyecek, alınamayacak nasıl bir sosyal hak eksikliği olabilir diye düşünüyor insan.
Binlerce yıldır tarih sahnesinde rol alıp yok olup giden onca uygarlık, onca dil, onca yazı varken, daha yüz yıl önce yazılanları okurken bile sözlük taşırken, hiç bir şeyin, hiç bir dinin ve ülkenin ebedi olamadığı tarihte gözler önündeyken bir insan hayatından daha kıymetli ne olabilir?
Bugün kan gölüne dönen Anadolu'yu ve boşalan evleri düşündürüyor Şirince bana. Yarın ayakta kalabilmiş tarihi harap edip tarihe gömen Sur'da, Cizre'de, Şırnak'ta dolaşırken neler hissedeceğimizin provası gibi Şirince.
Bugün topraklarımızın üzerinde sahnelenen oyunu ve yaşananları, dün nasıl da yana yana anlatmış Rum Sotiriyu şu dizelerde...
Şevket! Tanımadın mı yoksa beni?
Ben senin dostun... Ben senin arkadaşın...
Yıllarca birlikte gülüp beraber ağladık...
Ne yaptık biz Şevket?
Vahşi birer hayvan kesildik!
Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi!
Durup dururken!
Ve sen kör Mehmed'in damadı, hele sen!
Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme
öldürdüm evet seni, ne olmuş!
Ve işte ağlıyorum... Sen de öldürdün!
Kardeşler, dostlar, hemşehriler...
Koskoca bir kuşak durup dururken katletti kendini!..
Ve dün her şey için çok geç olduğunda yaşananların pişmanlığıyla yakarılıp söylenen şu sözler nasıl da dalıyor insanın yüreğini. Duymalı bu geçmişin yakarışını herkes; yarın hala bunları yapabilecek şansımız varken ve hala çok geç olmamışken..,
Bütün bu çekilen acı bir kötü rüya olsaydı ah!...
Ve yan yana... Omuz omuza verip yürüseydik tarlalara yeniden!
Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara yürüyebilseydik!
Ve her birimiz sevdiceği kendi kolunda,
çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden çıkıp yan yana eğlenmek üzere...
Şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik.
Ana yurduma selam söyle benden Kör Mehmed'in damadı!
Benden selam söyle Anadolu'ya...
Toprağını kanla suladık diye garezlenmesin...
Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!
Bir zamanlar aynı ölçüde bol sayıda pencerelerin cephelerini süslediği, her birinin aynı yöne bakıp aynı manzarayı izlediği zarif beyaz evlerin doğayla kaynaşıp görsel bir ziyafet sunduğu bu şirin mi şirin köyü izlerken içimi saran hayranlığın yerini büyük bir hüzün kaplıyor bu gezide.
Daha önceki ziyaretlerde aldığım hazzı alamıyorum son ziyaretimde. Ülkemizin son günlerde içinde bulunduğu durum, yüz yıl önce 1800 haneli 5000 nüfuslu bir köyün yüz yıl sonra 200 hane ve 500-600 nüfusa ev sahipliği yapmasına neden olan olayları düşündürüyor bana.
Verimli ovası, bir zamanlar Efes kentine yaşam kaynağı olan çok tanrılı dinlerde Kibele'den Artemis'e; hristiyanlıkla beraber Meryemana'ya hayat verip kutsallık kazanan suları, tarih boyunca kaliteli şaraplar ürettiği bağları, zeytin ve incir ağaçlarıyla zenginlik, barış ve hoşgörünün hüküm sürdüğü güzel Şirince'nin akıbeti Diyarbakır'ın Sur'uyla özdeşleşiyor gözümde.
Balkanlarda patlak veren savaştan sonra köye gelen Rum göçmenlerin köyün yerli Rum halkını kışkırtmasıyla birinci dünya savaşıyla beraber bir zamanlar omuz omuza yaşadıkları Türklerle çatışmaya başlar köy halkı.
Aynı tastan yemek yiyip, aynı bağın üzümünden şarap içen, bir gün önce kardeş bir gün sonra düşman olan halkı ve yaşanan kıyımları, ölümleri hatırlatıyor bu kez bu güzel köy bana. Türk ordusunda silah altına alınan, ordudan firar edip Yunan saflarına katılan Rum vatandaşlar akan kanlar, giden canlar.
Savaşın sona ermesiyle 1923 yılında Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi ile doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalanların evlerini, yine içlerinde kocaman bir özlemle Yunanistan'dan Kavala'dan kendi yurtlarından kopup gelen Türkler doldurur. Gidenler acılıdır, yerlerine gelenler de öyle. Kırkınca olan köyün adı söylemesi zor gelince; gelenler tarafından Çirkince olarak söylenmeye başlar.
Her köyün kendi hikayesi olduğu gibi bu köyün de başka pek çok köye benzeyen bir hikayesi, fakat hiç bir köye benzemeyen bir marşı var. 1930 yılında dönemin valisi Kazım Dirik köyü ziyarete gelince bir köy marşıyla karşılanır. Köy marşını yazıp besteleyen ise köyün öğretmeni Suat Bey'dir.
Üç kıtadan oluşan marşın daha sonra Kazım Dirik'in köyün ismini Şirince olarak değiştirmesine neden olan iki kıtası şöyle:
Köyümüz şeref saçar yaylaların üstüne
Küme küme kuş uçar tarlaların üstüne
Soğuk kaynak suları şırıl şırıl şırıldar
Söğütlerin dalları sulara gölge yapar
Kaval ile çobanlar dağdan dağa seslenir
Sürü sürü koyunlar yamaçlarda beslenir
Kimdir diyen acaba bu yerlere Çirkince
Biz diyelim köyümüze daima Şirince
Kurtuluş savaşı sonrası mübadelede Yunanistan'a göç edenlerin arasında 1909 Aydın doğumlu bir gazeteci yazar da vardır. Yaşanan acıları, Şirince köyünden göçen Manoli'nin hayatını, yaşadıkları ve özlemini ''Kanlı Topraklar'' adlı kitabında anlatır Dido Sotiriyu.
Dilimize ''Benden Selam Söyleyin Anadoluya'' adıyla çevrilen savaş yıllarını ve sonrasını anlatan kitabı okumak günümüzde geçmişin kopyasını yaşadığımız hissini uyandırır insana. Yazarın kaleminden dökülenler günümüzde yaşananlarının özeti gibidir. İsimler ve etnik köken denen illet farklı oyun aynı oyundur. Bakın nasıl özetliyor çekilen acıları ve sebeplerini Dido Sotiriyu:
Ama Aksiyotis'in yüreği paramparçaymış, ama Kırmızıdis'in gözleri kör olmuş, Stepan öksüz kalmış...Umurlarında bile değildir. Yabancı sermaye kendi çıkarını hesaplar yalnız! Merhamet ve adalet beklemeyeceksin ondan. Temsilcileri Londra ve Paris'teki bürolarına kurulup haritayı yayarlar önlerine, şöyle bir göz atarlar ve eğer çıkarları tehlikeye girmişse, kendi kaderlerini kendi tayin etme hakkını hatırlatırlar halkların, hürriyet ve bağımsızlık aşığı kesilirler. Ama çıkarları öyle gerektirdiği vakit de; kırmızı kalemi alıp yeni bir çizgi çekerler haritanın üzerine, güzelim memleketleri ve koskoca halkları siler geçerler...Kırmızı kalem şimdi bizim üzerimizde Monali! Yunanistan'dan istediklerini bedavaya elde ettiler ve onların sıkmış olduğu portakalın suyunu bugün Kemal içiyor... Bütün bunların altında gizlenen şey nedir biliyor musun Aksiyotis? Petrol, kömür, demir, krom... Yani Anadolu'nun el değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel!
Ah dostum ah! Büyüklerin okşayacağı tutar adamı, küçüksen güvenmeyeceksin onlara... Çünkü çıkarları çatışır durmadan, kendi aralarında da anlaşma yoktur. Her biri kendi kanadının altında kalalım ister, zamanı gelince kullanmak için.. Bir kez yakanı kaptırdın mı, elini uzatır kolunu kurtaramaz hale düşersin; varını yoğunu alırlar.''
Böyle anlatıyor 700 yıl bir arada yaşamış halkların birbirine nasıl düşman edildiğini oyunun hem oyuncusu, hem seyircisi olmuş bir kişi. Dido Sotiriyu'nun anlattığı 100 yıl önce Anadolu'da tezgahlanan oyun ve bu oyundan sonra çekilen acılar gözlerimizin önünde yine sahnede. Sahne aynı sahne, oyuncular yine yüzyıllardır kardeşiz diyen iç içe geçmiş topluluğun parçaları, acılar aynı acı, ölenler genç, yaşlı çoluk çocuk bu toprağın insanları.
Çığlıklar atası geliyor insanın nasıl bu kadar kör nasıl bu kadar sağır olabilir insanoğlu diye. Yasalar önünde herkesin eşit olduğu bir ülkede, yasalarla çözülemeyecek, verilemeyecek, alınamayacak nasıl bir sosyal hak eksikliği olabilir diye düşünüyor insan.
Binlerce yıldır tarih sahnesinde rol alıp yok olup giden onca uygarlık, onca dil, onca yazı varken, daha yüz yıl önce yazılanları okurken bile sözlük taşırken, hiç bir şeyin, hiç bir dinin ve ülkenin ebedi olamadığı tarihte gözler önündeyken bir insan hayatından daha kıymetli ne olabilir?
Bugün kan gölüne dönen Anadolu'yu ve boşalan evleri düşündürüyor Şirince bana. Yarın ayakta kalabilmiş tarihi harap edip tarihe gömen Sur'da, Cizre'de, Şırnak'ta dolaşırken neler hissedeceğimizin provası gibi Şirince.
Bugün topraklarımızın üzerinde sahnelenen oyunu ve yaşananları, dün nasıl da yana yana anlatmış Rum Sotiriyu şu dizelerde...
Şevket! Tanımadın mı yoksa beni?
Ben senin dostun... Ben senin arkadaşın...
Yıllarca birlikte gülüp beraber ağladık...
Ne yaptık biz Şevket?
Vahşi birer hayvan kesildik!
Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi!
Durup dururken!
Ve sen kör Mehmed'in damadı, hele sen!
Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme
öldürdüm evet seni, ne olmuş!
Ve işte ağlıyorum... Sen de öldürdün!
Kardeşler, dostlar, hemşehriler...
Koskoca bir kuşak durup dururken katletti kendini!..
Ve dün her şey için çok geç olduğunda yaşananların pişmanlığıyla yakarılıp söylenen şu sözler nasıl da dalıyor insanın yüreğini. Duymalı bu geçmişin yakarışını herkes; yarın hala bunları yapabilecek şansımız varken ve hala çok geç olmamışken..,
Bütün bu çekilen acı bir kötü rüya olsaydı ah!...
Ve yan yana... Omuz omuza verip yürüseydik tarlalara yeniden!
Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara yürüyebilseydik!
Ve her birimiz sevdiceği kendi kolunda,
çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden çıkıp yan yana eğlenmek üzere...
Şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik.
Ana yurduma selam söyle benden Kör Mehmed'in damadı!
Benden selam söyle Anadolu'ya...
Toprağını kanla suladık diye garezlenmesin...
Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!
Amin... Gözlerim doldu, gerçi şu sıralar gözlerim dolmak için bahane arıyor; ama o dizelerin etkisi de bir hayli fazla. Kaleminize sağlık, yine çok güzeldi.
YanıtlaSilBir söz var; cenazeye gidenler ölen için değil, kendi akıbetleri gözlerinin önüne geldiği için ağlarlarmış. Dido Sotiriyu'yu çok yıllar önce okumuştum. Etkilenip üzüldüm, defalarca Şirince'ye gittiğim halde hafızamın derinliklerinde kalmış, üzerinde çok düşünmedim maalesef. Ama son ziyaretimde ülkemizin son aylarda içinde bulunduğu durumdan olsa gerek baktığım her noktada aklımdan çıkmadı. Yukarıdaki satırları aktarırken defalarca okudum yazdıklarımı kontrol etmek amaçlı ve her defasında sanki şu anı ve geleceğimizi okuyor gibi üzüntü duydum. Artık geçmişten çıkıp gelmişti ve bugünü anlattığı için bu derece etkiliyor belki bizi.
SilEllerine sağlık çok güzel bir yazı olmuş, Şirince'ye dair bilmediğim pek çok şeyi öğrendim sayende :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Şirince'ye dair anlatılacak o kadar çok şey var ki, anlatmak istediğim öncelikli kısım bu nokta olduğu için diğer hikayelere çok giremedim. Bildiklerim yanında bir o kadar, belki daha da fazla bilmediğim var benim de. Bahçe perim alttaki yorumda bir hikayeden bahsetmiş örneğin; ben duymadım. Eğer anlatırsa bunu da ondan öğreneceğiz bakalım :)
SilŞirince'yi ben de ilk defa iki hafta önce gittim. Komik olan, Meryem Ana, Efese gitmişken oraya gitmemiştim. Aklımda nedense uzak bir yerde olduğu gibi bir kanaat getirmişim.
YanıtlaSilOrada tadilatta olan büyük kilisenin çok hoş bir hikayesi var. Yorgo ile Tireli deveci Ömer Ağa arasında geçiyor. Biliyor musun? Bilmiyorsan bir gün yazarım elbet.
Bu ülke bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm kaynaklar yüzünden bir türlü paylaşılamıyor.
Kendi içimizde birliği sağlayamadığımız sürece OrtaDoğu yansımalarını yaşayacağız, gözüküyor.
Tarihten sen daha iyi bilirsin.
Yeni yılın kutlu olsun. Sevgilerimle.
Bahsettiğin hikayeyi duymadım ve çok merak ettim. Benim gibi yorumunu okuyanların da merakını gidermek için hikayeyi burada özet geçiverirsen çok memnun olurum. Bizleri merak içinde bırakmak istemeyeceğine eminim :)
SilBu yıl içinde hikayeni anlatmak için geleceğini ümit ederek iyi seneler dilemek için acele etmiyorum :)) Sevgiler.
Bu hikayeyi kendi blogumda anlatmayı planlıyorum. Mutlu senelere. :))
YanıtlaSilPeki... Arayı çok uzatmadan yaz bari;)) mutlu seneler.
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
SilÇok güzel özetlemişsiniz.Bağlantıyı benim için en özel noktadan kurmuşsunuz.Mübadeleyi anlatarak farkındalığı arttırmaya çalışıyorum bende kendimce... umarım halklar bir daha asla böyle bir trajediyi yaşamaz.Emeğinize sağlık
YanıtlaSilGeçmiş için ders almaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Umudumuz; aldığımız derslerin gelecekte aynı yanlışa sürüklenmemize engel olması.
Sil